Son üç yüz yıldır Avrupa dünyaya hâkimdir. Çünkü bu üç yüz yılda güçlü bir medeniyete
sahip oldular. Bu medeniyeti doğuran, coğrafyaları ve aç kaldıkları için giriştikleri
sömürgecilikten başka beş temel sebebin onlarda birleşmeleri oldu. 1) Sade ve şekilcilikten arı
Hristiyanlık dini. 2) İslam’ın ilk beş yüz yılda oluşturduğu medeniyet ve bilim kitaplarının,
onların dillerine çevrilmesi. 3) Nüfus yoğunluğu ve dengeli bir iklim. 4) Katı bir siyasi
despotizme dönüşen Kilise iktidarının kırılması. 5) Antik Yunan bilim ve felsefesini yeniden
keşfedip ona dört elle sarılmaları; hatta bazı yerlerde yanlışlarını tespit etmeleri sayesinde
yeni ilmi keşiflerde bulunmaları.
Bununla beraber, bugün de olduğu gibi bu hâkimiyet gelişmelerinde başı çeken, İngilizler idi.
Dünya hâkimiyeti Avrupa’ya geçti diyoruz. Ama bunun yüzde sekseni, İngilizlerin elinde idi.
Bunun da şu dört sebebi ve silahı var: A) Güçlü bir Demokrasi. B) Çok erkenden sanayilerini
kurmaları. C) Dolayısıyla güçlü bir orduya sahip olmaları. D) Ve silah gibi kullandıkları güçlü
bir din, bilim ve felsefeleri.
Evet, başta İngilizler olmak üzere Avrupa milletleri, dinsiz değiller. Sadece, hurafeleşmiş
siyasi Kilise baskılarını kırdılar. Yine İseviliğin o sade inançlarına sahiptirler.
İngilizler, bu dünya hâkimiyeti için iki İmparatorluktan korkuyordu. Biri Osmanlı; diğeri Rus
İmparatorluğu. Hatta bir ara, dünya Ruslara geçmesin diye Rus-Osmanlı savaşında Osmanlıya
bile yardım ettiler. Fakat bu savaştan yüz yıl sonra (1910’lar gibi), İngilizlere karşı iki yeni
rakip doğmuştu. 1) Hızlı bir şekilde sanayi ve eğitimini tamamlayan Almanya. 2) İttihad-
Terakki eliyle süratle modernleşen Osmanlı. İşte bu iki yeni rakibi bertaraf etmek için 1914’te
1. Dünya Savaşını başlattılar.
Evet, İttihad-Terakki başta koyu ırkçı ve Türkçü bir örgüt değildi. Eğitimi, orduyu ve sanayiyi
modernleştiriyorlardı. Otuz milyon Osmanlı nüfusu yerine üç yüz milyon İslam dünyasını
arkalarına alıp İngilizlere karşı iyi bir rakip idiler. Gerçi bunlardan önce 33 yıllık Sultan II.
Abdülhamid iktidarı vardı. Ama günübirlik bir siyaset güdüyordu. Bilimler yok gibi idi. Dini
akımlar tamamen hurafecilerin elinde idi. Seçim ve Demokrasi sözü bile yasaktı. Kürt, Rum,
Ermeni ve diğer milletlerin sorunları gibi dertlere hiçbir çare üretilmiyordu. Sadece
Ermenilere karşı kendilerini savunsunlar, diye Kürt aşiretlerini Hamidiye Alayları ismi ile
silahlandırmıştı. Hâlbuki İttihad-Terakki'de federalizm ve yeni müfredat ile bütün bu sorunlar
çözülecek idi.
Aslında hem Abdülhamid’in bu zayıf ve çaresiz iktidarına karşı hem dünyada İngilizlerin
siyasetlerine karşı İttihad-Terakki ile beraber beş önemli lider ta 1900’lerde ortaya çıkmıştı.
Bunların önemli projeleri de vardı. 1) Mısır’da Muhammed Abduh, 2) İran’da Cemaleddin
Efgani, 3) Hindistan’da Muhammed İkbal. 4) Kürdistan’da Bediüzzaman Said Nursi. 5)
Anadolu’da Muhammed Hamdi Yazır.
Bu beşin de ilacı ve reçetesi, biri Demokrasi ve Hürriyet; diğeri gerçek manada Batının fen
bilimlerinin İslam dünyasında fiilen oturması idi. Muhammed Abduh bu iki ilacın önünde
hurafeleştirilmiş dini anlayışı görüyordu. Onun için bu iki ilaçla beraber, sağlıklı bir din
anlayışı için başta Tefsir olmak üzere neşriyata başladı. Muhammed İkbal de öyle yaptı.
Cemaleddin Efgani ise bir iki ilmi risale yanında yüzlerce âlim ve siyaset adamı yetiştirdi.
İttihad-Terakkinin bütün ileri gelenleri onun öğrencisi idi.
Muhammed Hamdi de, o zaman sağlıklı bir felsefeye ve sağlıklı bilimsel bir bakış açısına
sahip olmayı, ilerlemenin biricik yolu olarak görüyordu. Cumhuriyet döneminde de bunun
için ilmi bir tefsir yazdı. Bediüzzaman Said Nursi ise, gerçekten Reçete ismiyle iki ayrı kitap
yazdı. Biri halk için. Diğeri âlimler için. Biri Münazarat diğeri Muhakemat. Demokrasi ve
Hürriyet için Münazarat. İslam dünyasının tam bilimsel bir düşünceye geçmesi için de
Muhakemat. On beş sene önce bu iki reçeteyi şöyle özetlemiştim:
O zaman Bediüzzaman’ın iki düşmanı vardı: A) Dinsizlik ve cehalet B) İstibdad (yani
psikolojik ve siyasi baskı). Birincisi için Muhakemat’ı yazdı. İkincisi için Münazarat’ı
yazdı.
Onun iki de gayesi vardı:
1)- Kuran’ın anlaşılması; dolayısıyla dinsizlerin susturulması... 2) Osmanlı veya Âlem-i İslam
içinde kalmak şartıyla Kürtlerin cehaletten, sefaletten ve birbirine karşı düşmanlıktan
kurtulmaları... Yine birinci gaye için Muhakemat’ı yazdı. İkinci gaye için Münazarat’ı yazdı.
Yani Osmanlı âlim bilginleri çift dikişli gidiyorlardı.
Birinci kitapta (Muhakematta) eleştiri öznesi, dünya düzdür diyecek kadar ilimlerden kopmuş
olan Kürt mollaları ile bilim ehli fakat İslam’a girmek, dindar olmak isteyen Japonlar idi.
Münazaratta ise eleştiri öznesi tamamen Sultan II. Abdülhamid idi.
1911’ de hem Arapçaları hem Türkçeleri yayınlanan bu iki reçetenin tam isimleri de şöyledir:
“Azametli (maddeten ve maddi imkânlar olarak çok büyük olan) fakat bahtsız bir kıtanın (Asya’nın);
Şanlı, fakat tali’siz (şanssız) bir devletin (Osmanlı’nın); Değerli fakat sahipsiz (lidersiz) bir kavmin
(Kürtlerin) Reçetesi. Veya Demokrasi Manifestosu Münazarat kitabı”
Mariz Bir Asrın (Özellikle Arapların), Hasta Bir unsurun (Özellikle Türklerin),
Alil Bir Uzvun (Özellikle Kürtlerin) Reçetesi
Not: Bu vecizedeki kelime seçimleri ve kitabın içeriği, bunu bize böyle yorumlattı.
Mariz Arapçadır, hasta Türkçedir, alil de kötürüm manasında Kürtçedir. Demek istiyor
ki: Bu üç millet bu kitapla şifa bulursa bütün insanlık da şifa bulacaktır.
Veyahut
Saykalü’l-İslâmiyet (Tarihten Tozlanmış Olan İslam’a Vurulan Cila)
Veyahut
Bediüzzaman’ın Muhakematı (Mukayeseli, Bilimsel Yargıları)
Sonra Birinci Dünya Savaşı İngilizler lehine bitti. İngiliz İmparatorluğu üzerinden
güneş hiç batmayan İmparatorluk oldu. Tevrat’ın işaret ettiği gibi Türklere hiç toprak
verilmeyecekti. Fakat Lozan’da ilk Cumhuriyet liderleri, İngilizlere şöyle bir söz
verdiler: Türklere Misak-ı Milli hudutları içinde bir devlet tanımaları karşısında
Türklerin bütün dini ve eski tarihleri silinecektir. Daha doğrusu İngilizler böyle bir
sonucu ta Kurtuluş Savaşı başında planlamışlardı. Çünkü bu Kurtuluş Savaşında hiç savaşmadan, bir mermi bile atmadan çekildiler. Yunanistan’a verdikleri desteklerini
de kestiler.
Kimse bizi yerli ve milli beka sorunları ile yanıltmasın. 1919’dan beri Türk bekasının
garantörü, ABD ve İngiltere’de yerleşen ve çoğu Siyonist olmayan Yahudi lobisidir.
Nitekim RTE’a da ödül veren; Ak Parti’nin kurulmasını destekleyen bunlardır. Evet,
Amerika ve İngiliz desteğini alan bu çok güçlü lobi, Türklerin, Kürtlere, Ermenilere ve
Rumlara karşı yaptıkları haksızlıkları görmezden geldiler ve geliyorlar.
Çok boyutlu bir siyasi birikime sahip İngiltere, 1919'da milleti şöyle yanıltmıştı.
Anadolu’daki Kuvayı Milliye İngiliz düşmanıdır. İstanbul’daki Saray İngiliz dostudur.
Bediüzzaman o zaman İstanbul’da olduğu için İstanbul’daki Saray'ın İngiliz dostu
olduğunu kabul etmemekle beraber, Saray'ın yaydığı gibi Anadolu’daki Kuvayı
Milliye'nin de isyankâr olduklarını kabul etmedi. 1922 sonbaharında Ankara’ya gitti.
Bediüzzaman her şeyin en yenisini ve ilerici halini istediği halde, her şeyde dini bir
düzen istiyordu. Nitekim 1908’de iktidara gelen ve kendisi onları çok övdüğü İttihad-
Terakki, dini ihmal edince, onları bırakıp sadece dini, bilimleri ve pozitif bir siyaseti
gütmek üzere kurulan İttihad- ı Muhammedi Cemiyetine üye oldu. Fakat o Cemiyetin
ileri geleni olan Derviş Vahdeti 31 Mart olayını patlatınca onlardan da ayrıldı. O
tarihte kurulan Sıkıyönetim Mahkemesinde Şeriatçılık ve Kürtçülük ile itham edilip
idamla yargılandı. Çok güçlü ve ilmi bir savunma sayesinde beraat etti. Bundan sonra
bir rüya mı gördü; başka bir belirti mi buldu bilmiyoruz. Ama dünyada sadece imanı
kurtarmaya kendisini verecekti. Bu konuda ben görevliyim, dedi. Çok âşık olduğu fen
bilimlerini de; Kürtlük-Türklük gibi milli kavramları da; şöhret ve lezzetleri de;
ekonomiyi de terk etti. Çünkü başta Türkiye olmak üzere İslam dünyasında,
İngilizlerin siyaseti olarak ya dinsizlik veya Protestanlık yayılacak olduğunu biliyordu.
Nitekim sadece öz dine, bilimlere ve pozitif harekete dayalı olan bu Cemiyet kurma
girişimini, 1927’den sonra da Nurculuk ismiyle kuracak. Ama bunda işi siyasete,
iktidara ve daha sonra darbeye çeviren Fethullah Gülen oldu. İkinci Derviş Vahdeti.
Bediüzzaman Ankara’ya gittiğinde, onlardan, bilim ve çağdaş medeniyeti esas alan
ama aynı zamanda samimi tam dindar olmalarını bekledi. Beklediğinin tam aksiyle
karşılaşınca onları bırakıp Van’a gitti. Sonra Burdur ve Isparta’ya sürgün edildi.
Oralarda da yine sadece dine, bilimlere dayanan, siyasetten uzak pozitif bir hareket
başlattı. Yüz yıldır başlatılan bu hareket, bizzat Bediüzzaman’ın bile açıklamasından
sakındığı bir strateji takip edecekti.
Bu yüz yıllık hareketin elbette milyonlar takipçisi var. Yüz binler hadise geçirmiş. Biz
burada sadece onun kalbindeki stratejiyi öğrenmek için 12 ana noktayı hatırlatacağız.
1) 1925’te Şeyh Said, Kürt isyanını başlatınca, onu da çağırdı. O gitmediği gibi;
yapmayın diye de çok ısrar etti. Çünkü mesele Kürt-Türk meselesi değildir, mesele
insanların dindar kalıp kalmayacağıdır, diyordu.
2) Isparta’da ve Kastamonu’da 1500 çok samimi dava adamı, etrafında toplanmıştı.
Bu mübarek zatlar, bir ikisi hariç hiç fen bilmiyordu. Hepsi de Abdülhamitçi idi.
Dolayısıyla Bediüzzaman Münazarat ve Muhakemat kitaplarını hiç gündeme
getirmediği gibi onları çoğaltmadı da.
3) Vefatından önce bütün Risale-i Nur'larını Latin harfleriyle bastırdığı halde,
Münazarat ve Muhakemat’ı bastırmadı. Sonra Münazarat’ı Mektubat’ın sonunda
Osmanlıca olarak çoğalttı. Ama Abdülhamid ile ilgili kısımları çıkarttıktan sonra.
Çünkü kafalar karışıyordu, iman hizmetine zarar geliyordu. Ayrıca bu yeni dönemde
Abdülhamid’e çatanlar, artık Demokrasi ve Meşrutiyet namına değil de dindar olduğu
için çatıyorlardı.
4) 1957’de Ankara’da Şeyh Said’in oğlu ile görüştüğünde ona şunları söylemişti:
"Ankara’daki, senin babanı idam edenler, Türk-Kürt davası için onu idam etmediler.
İyi bir Müslümandı diye idam ettiler. Evet, Ankara’dakilerin davası dinsizlik idi. Ben
Risale-i Nur'la dinsizliğin bütün temellerini altüst etmişim; dolayısıyla babanın
intikamını fazlasıyla aldım. Merhum babanın, Eski Said’in önemle takip ettiği Kürtlerin
sefaletten ve zulümden kurtulması davası, önemli idi. Ama ben artık o davaları takip
etmeye mezun değilim."
5) Sırf bu strateji için, kitaplarında geçen iki üç yer hariç bütün Kürt ve Kürdistan
kelimelerini çıkartmıştı. 1957’de Ankara’da basılanlar içinden.
6) Kitapları sağlıklı bir şekilde yayılsın ve davası yeni nesillere aktarılsın diye yanına
altı mübarek zatı hizmetçi olarak aldı. Bunlar, ehl-i ilim olmadıklarından ve siyaseten
Abdülhamitçi ve Türkçü olduklarından onların yanında hiç Kürt haklarından söz
etmedi. Hatta Urfa’dan gelen güçlü bir imana sahip Abdulkadir Badıllı’ya bile şöyle
dedi: Değerli kardeşim, sen Urfa’ya dönsen çok iyi olur, çünkü Kürt hemşerisini
kolluyor, diye hizmetçilerimin imanına zafiyet ve şüphe gelir. Onun için sen Urfa’ya
dön.
7) O bu strateji ile haşa önemli görevlerini ihmal etmiyordu. Çünkü yarım asırdır din
ve dindar bilimler eğitimi verilmediği için toplumun yapısı sağlam değildir. Böylelerle
sağlıklı bir siyaset yapılamazdı. Ve toplum yüzde yetmiş kuvvetli bir imana sahip olsa
o zaman kendi sosyal sorunlarını sağlıklı bir şekilde çözerler. Muhakemat ve
Münazaratı da hem tam yayınlarlar hem uygularlar, diye bekliyordu.
8) İsmet İnönü’ye mektup yazdı: Mustafa Kemal bütün Cumhuriyet kazanımlarını
kendine mal etmekle, size ve şanlı Türk Ordusuna zulmetti. Mahkemede ilan etti:
Herkes şahit olsun, İsmet İnönü Hükümeti eğer Risale-i Nur'daki iman derslerini kabul
etseler; siyaseten benden korkmamaları için beni idam edebilirler. Ben bütün
haklarımı helal ediyorum.
9) Bediüzzaman, hadislerden, ahir zamanda İsevilik dininin hâkim olacağını
anlamıştı. İsevilik şu idi: 1-Siyasetsiz. 2- Şiddetsiz bir din. (Yani sağına vurulsa sen
iman kurtarmak için solunu da çevireceksin) 3- Şekilci şeriattan ziyade ruhanilik ve
ahlak öncelikli. 4- Sadece bir milleti değil de bütün dünya milletlerini Beni İsrail
bilmek. 5- Dini hiçbir başka amaca alet etmemek. Yani tam ihlas.
10) Dinler bilimleri dışlıyor, diye dini hayatı dışlayan Masonlara karşı, Liberal Batı
dünyasıyla ittifak kurmak. Bunlardaki bilimler ve özgürlük gibi medeni duruşlar, Dinin
hakkaniyetini bütün dünyaya egemen kılacaktı. Mesih ve Mehdi tam manasıyla
gerçekleşecektir.
11) Bediüzzaman fikren tam aydın idi. Fakat onun zamanında hem imkânlar hem
bilimler, tam gelişmemişti. Onun için birçok görevini, gelecek yeni nesillere havale
etti. 1- Mesela inançla bilimi barıştıran bir epistemoloji kurmak. 2- Kur’an’a, asrın
seviyesinde yeni bir tefsir yazmak. 3) Çok yönlü ve çok dilli özgür üniversiteler
kurmak. 4- İslam dünyasındaki bütün mezhepleri ve ekolleri ortak bir noktada
birleştirmek. 5) Zamanla ortaya çıkan şüpheleri, yeni gelişen bilim açılımları ile
cevaplamak.
Maalesef Cemaat bunların hiçbirini yapmadı. Her şeyi siyasetten bekliyor. Siyaset ise
çıkara; dolayısıyla yalana dayalı gidiyor. Hâlbuki bu beklenilen beş görevle Nurcular,
İslam dünyasını mutlak gericilikten kurtarabilirdi. Bakın ta 1911’de kendisi,
dindarların; evet, bütün dinlerdeki dindarların gericilikten kurtulmaları için şöyle
yazmıştı:
12) Muhakemat, 8. Mukaddime:
Hazırlık: Şu gelen uzun mukaddimeden usanma. Çünkü sonu, son derecede mühimdir. Hem
de şu gelen mukaddime, her kemali mahveden ümitsizliği öldürür. Ve her bir mutluluğun
mayası olan umudu canlandırır. Ve mazi (geçmiş zaman) başkalara ve istikbal (gelecek
zaman) bize olacağına müjde verir. Bölüşmeye razıyız. İşte bu basamağın konusu:
Tarihteki insanlar ile gelecek insanları tartmaktır. Hem de üniversitelerde Alfabe okunmuyor.
Bilginin özü bir dahi olsa, ders verme biçimi başkadır. Evet, mazi denilen duygular okuluyla,
istikbal denilen düşünceler medresesi, bir tarzda değildir. Evvelâ: Geçmiş zaman
insanlarından kastım, Müslümanlardan başkasının (Miladi) onuncu asırdan evvel olan ilk ve
orta çağlardır. Amma millet-i İslâm, Hicri üç yüz seneye kadar seçkin ve başı dik ve beş yüz
seneye kadar yarı yarıya medeni ve bilgilidir. Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben
maziyle (geçmiş zamanla) tabir ederim, ondan sonra müstakbel (gelecek zaman) derim.
Bundan sonra biliniyor ki, insanda ağırlıklı yönlendirici, ya akıl veya gözdür. Başka bir deyim
ile ya düşünceler veya duygulardır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet
(bilim) veya hükûmettir (siyasettir). Veyahut ya kalbi eğilimler veya akli eğilimlerdir.
Veyahut ya insanın başıboş davranması veya hak bir dine uymasıdır. Buna binaen görüyoruz
ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan ahlâk ve halis olan duyguları üstün gelerek,
aydınlanmamış düşüncelerini çalıştırarak, bencillikler ve ihtilaflar, meydanı aldı. Fakat ebna-
yı müstakbelin bir derece aydın olan düşünceleri, heves ve şehvetle karanlık olan duygularına
üstün gelerek emrine uydurduğundan, kamu haklarının egemen olacağı muhakkak (kesin)
oldu. İnsaniyet bir derece ortaya çıktı. Müjde veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübra (büyük
insanlık) olan İslâmiyet, geleceğin göğünde ve Asya kıtasının bahçeleri üzerinde bulutsuz
güneş gibi ışığını salacaktır.
Ne zaman ki geçmiş zaman derelerinde egemen olan, art niyet, düşmanlık ve üstünlük meylini
doğuran duygular ve temayüller ve güç idi. O zamanın ehlini irşad için hutbevarî ikna
ifadeleri yeterliydi. Zira duyguları okşayan ve temayüllere tesir ettiren, davayı süslü ve
parlatmak veyahut korkunç veya edebiyat gücüyle hayale alışık kılmak, bürhanın (kesin
delilin) yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, geriye gidiş hareketiyle o zamanın
köşelerine sokmak demektir. Her bir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, davayı tasvir
etmek ile aldanmayız.
Ne zaman ki hâl sahrasında (çöl gibi olan şimdiki zamanda) istikbal dağlarına daima yağmur veren bilimsel gerçeklerin buhar kazanı olan düşünce, akıl ve gerçeklik ve bilim
olduklarından ve yeni doğmaya başlayan gerçeği bulma eğilimi ve aşk-ı hak ve kamu
menfaatini şahsi çıkarlarına üstün tutmayı ve Hümanist eğilimleri sonuç veren keskin
delillerden başka bir şeyle davayı ispat olmuyorsa…
Yani durum bu olunca; ben de derim ki: Biz şimdiki zamanın çocuklarıyız; gelecek zamanın
adaylarıyız. Davayı süslü bir şekilde tasvir etmek, zihnimizi doyurmuyor; Bürhan (açık delil)
isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin (geçmiş ve gelecek zamanın
güzelliklerini ve kötülüklerini anlatalım: Mazi ülkesinde ekseriyetle egemen, güç ve heva ve
doğal eğilimler ve duygular olduğundan; kötülüklerinden biri de her bir işte, -velev yarı
yarıya da olsa tek kişi iktidarı ve baskısı var idi. Hem de başkasının yol ve yönteminin
yanlışlığına, kendi mesleğine muhabbetten daha fazla ilgi gösterilir idi. Hem de bir şahsa
düşmanlık, başkasının muhabbeti suretinde yapılırdı. (Ömer’e kızmak, Ali’yi sevmek tarzında
ortaya çıkardı.). Hem de gerçeğin ortaya çıkmasına engel olan, zorunlu görme, tutuculuk ve
taraftarlığın etkisi ve müdahalesi idi.
Sözün Özeti: Eğilimler değişken olduklarından taraftarlık duygusu, her şeye parmak vurmak
ile kavgalarla düzensizlik çıkarıldığından, hakikat (doğru bilgi) ise kaçıp gizlenirdi. Ayrıca
duyguların baskısının bir kötülüğü de mezhep ve meslekleri ayakta tutan genellikle tutuculuk
veya başkasını sapık görmek veya safsata idi. Hâlbuki üçü de dinen kınanmış, İslam ve
insanlık kardeşliğine ve doğal yardımlaşmaya zıttır. Nihayet o derece oluyordu ki, bunlardan
biri taassub ve safsatasını terk ederek insanların oybirliğiyle kabul ve destek verdiği bir şeyi
doğruladığında birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye mecbur kalıyordu. Hâlbuki
tutuculuk yerinde hak (doğru bilgi) ve safsata yerinde bürhan (keskin delil) ve başkasını sapık
görme yerinde uyum, uygulama ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezhep ve
mesleğini bir parça değiştiremez. Nitekim zaman-ı saadette (Peygamber zamanında) ve selef-i
salihîn (İslam’ın seçkin öncüleri) zamanlarında egemen hak (doğru ve gerçek bilgi) ve
bürhan ve akıl ve istişare olduklarından, tereddüt ve şüphelerin etkileri olmaz idi.
Aynen bunun gibi görüyoruz ki: Bilimin katkısıyla, zaman-ı hâlde bir derece inşaallah
gelecekte tamamen egemen güce bedel gerçek ve tutarsızlığa bedel keskin delil ve tab’a
(insan doğasına) bedel akıl ve serseri hareketlere bedel din ve tutuculuğa bedel direnç ve art
niyete bedel millilik ve nefsin eğilimleri yerine aklın eğilimleri ve duygulara bedel düşünceler
olacaklardır…
Hicri ilk, ikinci ve üçüncü çağlarda tam ve beşinci çağa kadar yarı yarıya olduğu gibi. Beşinci
asırdan şimdiye kadar güç, hakkı (gerçeği) mağlup eylemiş idi. Düşüncelerin güzelliklerinin
egemenliğinin etkisinden ki: İslam’ın gerçek ve doğru bilgilerinin güneşi, kuruntu ve hayaller
bulutlarından kurtulmuş, her yeri aydınlatmaya başlamıştır.
Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ışık ile istifadeye başlamıştırlar.
Hem de fikir istişarelerinin güzelliklerindendir ki: Mezhepler, yol ve yöntemler, kesin delil
üzerine kuruluyor ve her olgunluğu destekleyen değişmez gerçeklik ile bilgileri bağlamasıdır.
Bunun neticesi; bâtıl, hak suretini (şeklini) giymekle düşünceleri daha aldatmaz.
Ey ihvan-ı Müslim’in!. Şimdiki zaman durum diliyle bize müjde veriyor ki: 1 وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ
زَهَقَ الْباَطِلُ esprisi boynunu kaldırmış, el ile istikbale (geleceğe) işaret edip, yüksek ses ile ilân
1 De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. (İsra Suresi: 81) ediyor ki: İnsan karakterlerine ve doğasına kıyametin eteklerine kadar egemen olacak, yalnız
oluşlar dünyasında İlahi evrensel adaletin yansıması ve heykeli olan hakikat-ı İslamiyet’tir ki,
asıl insaniyet-i kübra (Büyük Hümanizm) denilen şey odur. Küçük insanlık denilen Batı
Medeniyetinin güzellikleri, onun basamağı olacaktır.
Görülmüyor mu ki: Birikmeden kaynaklanan düşünce aydınlanmaları ile toprağa benzeyen
kuruntu ve hayaller, İslami bilgilerin omuzu üzerinde hafifletmiştir. Bu hâl (durum) gösteriyor
ki: Din göğünün yıldızları olan o bilgiler tamamen açılıp, parlayıp, ışık saçacaktır. 2 عَلٰى رَغْمِ
اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ
Eğer istersen, gelecek zaman içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında, bilimin gözetim ve
kontrolünde, Üçleme içinde tevhidi (Bir İlah inancı) arayanlar, safsata ederek asıl saf birlik ve
olgun inanç ve sağlam aklın kabul ettiği akide-i hak ile donanmış ve delil kılıcı ile kuşanmış
olanlarla savaşırsa; nasıl birden yenik ve münhezim (yıkılmış) oluyor. Kur’an’ın bilimsel ve
isabetli ifadelerine yemin ederim ki: Hristiyanları ve benzerlerini havalandırarak sapıklık
derelerine atan, yalnız aklı sökmek, delili kovmak ve papazlara körü körüne uymaktır.
Hem de İslamiyet’in daima düşüncelerin açılımı oranında doğru bilgilerini inkişaf ettiren,
yalnız İslamiyet’in hakikat üzerinde kurulmuş olması, delil ile kuşanması ve akıl ile meşvereti
ve gerçeklik üstünde bulunması ve ezelden ebede zincirleme egemen olan bilimin
prensiplerine uyum ve benzemesidir.
Acaba görülmüyor mu ki: Ayetlerin birçok başlangıç ve sonlarında insanlığı vicdana havale
ve aklın istişaresine yönlendiriyor.
Diyor: 3 اَفَلَا يَنْظُرُونَ ve 4 فَانْظُرُوا ve 5 اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve 6 اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ve 7 تَتَفَكَّرُوا ve 8 مَا
يَشْعُرُونَ ve 9 يَعْقِلُونَ ve 10 لاَ يَعْقِلُونَ ve 11 يَعْلَمُونَ ve فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ 12
Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا ي يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ
Yani فَاعْتَبِرُوا : Dıştan öze geçiniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit
incitmeyiniz. Çünkü doğru anlamazsanız onu incitmiş olursunuz. Bu mutlaka gerekir.
[Burada birçok ifade güzellikleri var. Fakat yazarlığın zirvesinde olan müellifin vurgularından
daha güzel vurgu yapamıyorum. Şimdilik şu Sekizinci Mukaddimede üç işaret ile yetinelim:
1) Normalde mekteplerde (okullarda) fikir olur. Medreselerde duygu ve hissiyat bulunur.
Burada Bediüzzaman hissiyat mektebi ve fikir medresesi diyerek, durumun tersine olması
gerektiğini bildiriyor.
2) Bu mukaddimeyi okuyup da Bediüzzaman’a mürteci ve gerici diyenlerin hiçbir haklı tarafı
yoktur; insan bu Mukaddimeyi okuyunca böyleler yerin dibine batsın der adeta. Nasıl olur
2 Düşmanların burunları yere sürtünse de…
3 Bakmazlar mı? (Gaşiye Suresi: 17)
4 Bakınız. (Âl-i İmran Suresi: 137)
5 Onlar hiç düşünmezler mi? (Nisa Suresi:82)
6 Hâlâ düşünmez misiniz? (En’am Suresi:80)
7 İyice düşünün. (Sebe Suresi: 46)
8 Farkında değiller. (Bakara Suresi: 9)
9 Aklını kullanıp düşünenler. (Bakara Suresi: 164)
10 Aklını kullanıp anlamazlar. (Yunus Suresi: 42)
11 Biliyorlar, anlıyorlar. (Bakara Suresi: 75)
12 Ey akıl sahipleri, bundan ibret alın. (Haşir Suresi: 2)