Türkiye epey zamandır her an bir erken seçim olacakmış havasında.
İki sene sonra yapılması gereken cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili adaylık spekülasyonlarının haddi hesabı yok. Muhalefet cephesi yirmi yıldır iktidarda olan partinin yıprandığını düşünüyor ve kendini seçimin muhtemel galibi olarak pazarlıyor. Türkiye’nin en uzun süreli siyasî iktidarının seçim kazanma tecrübesi hafife alınarak önümüzdeki seçimde de başarılı olabileceği göz ardı ediliyor.
Tecrübe ölçüsü mühim, tecrübeden ders almak daha da mühim. Burada “seçim nasıl kazanılır?” sorusunu cevaplamak gerekiyor.
İktidar zaviyesinden bakılırsa, asında bu sorunun cevabı, belediye seçimleri sırasında, bilhassa İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçiminde verildi.
Asıl mesele “seçimi ne kazandırmaz?” sorusunun cevabıdır.
O seçim sonuçları bize şunları söylüyor:
Seçim büyük yatırımlar sayılıp dökülerek kazanılmaz.
Seçim, lider ortaya konularak kazanılmaz.
Seçim rakip küçük görülerek/gösterilerek kazanılmaz!
İstanbul 2002’den bu yana Türkiye’nin yönetimini elinde bulunduran iktidarın en büyük yatırımları yaptığı şehir.
Doğrulama imkânına sahip değilim ama yine de iddia ediyorum: İstanbul’a yapılan yatırımlar diğer illere yapılan yatırımların tamamının fevkindedir! Bu dahi İstanbulluların seçimdeki tercihini değiştirmeye yetmemiştir.
Bu iktidar piyangodan çıkmadı!
21. yüzyıl, Türkiye’de bir iktidar değişikliği ile başladı desek, hata olmaz. 1980 darbesinden sonra demokratik tecrübesini geliştiren Türkiye, 1923’ten beri saf dışı edilmiş olan dinî eğilimlerin siyasette görünürleşmesi demek olan bir iktidar değişikliğine doğru gidiyordu. 1995’te Refah Partisi’nin en çok oy alan parti haline gelmesi, değişimin seyri hakkında yeterli bilgi veriyordu. Bu gelişme seyri, içeride vesayet merkezleri tarafından doğru okunduğu gibi dışarıdaki güç merkezleri tarafından da fark edildi. 28 Şubat Türkiye’deki bu tabiî gidişi durdurmak, hatta tersine çevirmek için yapıldı. Türkiye’nin en çok oy alan dinî muhtevalı partisi iktidardan uzaklaştırılmakla kalınmadı, kapatıldı.
Bu müdahalenin tersine bir sonucu hızlandırdığını söyleyebiliriz. Kapatılan partinin yerine yeni bir parti kurulduğu gibi, yeni parti içinde de farklı bir siyaset zemini oluşturma yönünde tartışmalar çıktı. Kendilerini yenilikçi olarak nitelendiren nisbeten genç siyasetçiler partiden ayrılarak yeni bir parti kurdu. İşin ilgi çekici tarafı, bu siyasî hareketin lideri/önderi siyasî yasaklıydı. Buna rağmen yeni parti girdiği ilk seçimi kazandı.
Güçlü ve dönüştürücü liderin zuhuru
Türk siyaseti, yeni karizmatik bir liderin sahneye çıkmasıyla ciddi bir değişikliğe maruz kaldı. Yeni lider, 1950’den beri görüldüğü üzere geniş manada “sağ” temayüllü idi. Fakat, yine 1950’den beri görülenden farklı bir yapıdaydı ve dinî temayüllerini gizlemeyen, fikirlerinde kararlı bir şahsiyetti.
Siyasî tarihimizin son 20 yılında, daha önce tahayyül edilemeyecek gelişmelere şahit olundu. Cumhuriyet tarihinde 21. Yüzyılda oyun kurucu bir lider sistemi değiştirici hamleler yaptı. Türkiye’de bütün iktidarların korkusu olan vesayetçi yapıları etkisizleştirdi. Bu aynı zamanda liderin kudret derecesini yükseltti, başkanlık sistemini da aşan bir güce sahip olmasına yol açtı.
Şimdi üzerinde durulması gereken, muktedir bir liderin sistemi aşan gücüdür. Bu gücün kendini sürdürme iradesi şimdilik kesintiye uğramayacağa benziyor. Buna rağmen, bu kadar güçlü bir otoritenin bilhassa genç zihinler üzerinde meydana getirdiği tesirin sonuçları üzerinde daha fazla düşünmek ihtiyacı hissediliyor.
Z kuşağı aslında A kuşağı mı?
Bu iktidarın döneminde doğan, yetişen ve önümüzdeki seçimde tercihleri sandığı yansıyacak olan bir nesil var. Bu nesil için “z” kuşağı adlandırması sıkça yapılıyor.
Bu yapılırken bu neslin tercihini içinde yetiştiği hızlı teknik değişimin belirleyeceği hesabı yapılıyor. Elbette haberleşme, bilgilenme kaynakları daha önce görülmedik şekilde değişmiştir. Basılı yayınlar geri plana düşerken, televizyon gibi görüntülü mecralar da eski tesirini kaybetmiş, sosyal medya denilen belirsizlikler dünyası öne çıkmıştır.
Bu görünür gelişmelere rağmen, işin esasının bu olmadığını düşünüyoruz. Türkiye’yi 20 yıldır yöneten siyasî akımın lideri, her fırsatta eğitim ve kültür sahasındaki başarılı olunamadığını söylerken neye işaret ediyor? Yeni nesil, eğitim ve öğretimde fizik ve kemiyet olarak büyük gelişmelerin olduğu bir dönemde doğdu ve büyüdü. Okur yazarlık oranı hiçbir dönemde bu kadar yükselmedi. Orta öğretimde okullaşma zirveye ulaştı. Yüksek öğretimde her vilayet merkezine üniversite açılarak son hadde varıldı.
“Sayısal” olarak başarı muhakkak!
Bütün bu müsbet gelişmelere rağmen, eğitim ve öğretimde neden başarılı olunamadı?
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye’de bu konuyla ilgili esas mesele maarif ıslahı/eğitim reformu olmaya devam etti. 20 yılda birçok eğitim bakanı geldi geçti, değil maarif ıslahı/eğitim reformu, köklü bir müfredat değişikliği dahi yapılamadı.
Bu şuna benziyor: Bir cihaz var ve beyniniz üzerinde operasyon yapıyor. Siz bu cihazı kullananları sürekli değiştiriyorsunuz, fakat asıl cihazın değiştirilmesi gerektiğini ıskalıyorsunuz!
Bütün sağ iktidarlar gibi, mevcut iktidar da kalkınma, maddî gelişme merkezli bir siyaset takip etti. Elbette bu yanlış değildi. Fakat, manevî, kültürel kalkınma konusu, zihin inkılâbı meselesi bir türlü tam manasıyla ele alınamadı. Sadece yakınmalar kamuoyuna yansıdı.
İktidar açısından önümüzdeki seçim için “kendi dönemimizde yetişen nesli nasıl kazanacağız” sorusunu sormak zaruret haline geldi.
Mutlaka bu soru sorulmuştur ve cevapları da verilmiştir. Tahminimiz şudur: Yine gençlerin kafaları ile ilgili projeler değil, ayakları ve mideleri ile ilgili projeler yapılmış olmalıdır.
Gençlerin maddî şartlarını geliştirmek! Daha rahat hayat şartları içinde yaşatmak.
Gençleri spora yönelterek meşgul etmek!
Hiçbir iktidar döneminde gençlerin maddî şartları bu kadar geliştirilmedi! Bu iktidar kadar spora yatırım yapan bir hükümet gelmedi!
Vatanımızı işgalden kurtaralı yüz yıl oldu, fakat ondan sonra başlatılan zihinlerin işgali süreci kesintiye uğramadan bugüne kadar geldi. Bu işgal hareketinin devasa cihazı “eğitim sistemi”dir. Temelleri 1930’larda atılan Pragmatizm esaslı bir pozitivizm hâlâ öğretim sisteminin esasını teşkil ediyor. Maneviyatı dışlayan bu sistem, kültçülük üreten inkılap tarihini nasmışcasına tedristen vaz geçmiyor. İnkılap tarihinin kültleştirme misyonu, dindarlar muhalefetteyken onların çocuklarını teslim alamıyordu. Fakat şimdi onlar iktidardalar ve kültleştirme onların çocuklarını da teslim almaya başladı. Çocuklarımızın maddesini güçlendirirken, mânasını kültçülüğe teslim ederek sistemin mankurtlaştırıcı tesirini de artırıyoruz.
Seçimde gençlerin tercihlerinin nasıl bir seyir takip edebileceği konusu bu çerçevede ele alınmadıkça sağlıklı teşhis konulamaz. Siz zihin oluşturucu unsurları değiştiremezseniz, o değişmeyen zihin yapıcılar çocuklarınızın zihnini değiştirir!