(Ekim, 24-26. Bir Değerlendirme)
Yaklaşık kırk bilim adamının tebliğ sunduğu, çok iyi niyetli bir hazırlık idi bu kongre. Bu
kongre, sonsuz bilgi-işlem içeren Kan, Hücre, DNA, Beyin, Biyosfer ve Ekoloji üzerine
bilimsel araştırmalar olması gerekirken, her tebliğ için sadece 15 dakika içinde bu ve benzeri
alanlardaki sonsuz bilgi-işlemi mahiyetini bilmeden gösterip, Evrimin varlıkta ve hayatta
olmadığını iddia eden bir hacı-hoca müsameresi gibi oldu. Çünkü bütün tebliğlerin son
vurgusu: 'İşte bakın evrim yoktur, demek biz Batıya geçirebiliyoruz.'
Ve maalesef, tam yedi noktadan bir fiyasko idi bu konferans. Çünkü:
1) Bilimsel analizler yetersiz ve tek taraflı idi.
2) Bilim ile Materyalist felsefe sürekli karıştırılıyordu.
3) Çağımızda bilginin olmazsa olmaz iki niteliği olan Ontoloji ve Epistemoloji disiplinlerine
hiç dikkat edilmedi.
4) Bütün elli milyar insanın biyolojik, antropolojik, sosyolojik ve hatta psikolojik yaratılışının
ifadesi olan ayet ve hadisler, karanlık Ortaçağ anlayışıyla verilince zaten proje bilimsel değil
de tam hurafe bilgiler projesi oldu. (Bunların yorumuna yazının sonunda döneceğiz.)
5) Varlık ve hayatın birinci özelliği olan ve bugün, DNA’da, beyinde, Paleontolojide artık
gözle görülen evrim inkâr edilince, kongre, haliyle bir saçmalıklar ve safsatalar zincirlemesi
oldu. Çünkü profesör de olsa evrimi inkâr eden, hiçbir ilmi disiplini anlamamış demektir.
Evet, evrim demek yazılım demektir. Evrim geçmiş ve geleceği ile çok boyutlu evreni iç içe
sonsuz dosyalar olarak düzenleyen ve geliştiren dört boyutlu bir yazılımdır; asla rastgelelik ve
tesadüf demek değildir.
6) Ve uğruna insanlığın bütün felsefi ve bilimsel ürünlerini katlettikleri Allah’ı da bu sözde
bilim adamları bilmiyor, tanımıyor. Çünkü ötelerde, ontolojik varlığı bilinmeyen, varlığı
somut ve sınırlı bir Allah’ı sürekli referans veriyorlar.
7) Varlık ve hayat hatta atom seviyesinde bile sonsuz bilgi-işlem hacmi içerdiğinden, varlığın
üçlü sacayağından biri yazılımdır. Bu yazılım çok yüksek bilgi-işlemlerde nasıl işlediğini
insanlık henüz tam bilmiyor. Bu sözde bilim adamları, işte bakın burada mecburen Allah
müdahale ediyor, demek zorundayız, deyip anti evrimciliği kendilerine bir inanç ve din haline
getiriyorlar. Varlığın diğer iki sacayağından biri de sonsuz enerjidir, biri de sonsuza dek
evrimleşme sürecidir. Dinler bu üçlü yapıya ilim, kudret ve irade diyor.
Burada insanlık namına çok üzgünüm. İnsanlığın ve bilimsel birikimin çok büyük kaybı var.
Sırf insanlığın mukadderatı için burada bir cilt kitap yazılabilir. Çünkü bir avuç gerici dışında
bütün insanlık dinsiz diye deklare edildi. Ben bu kongrede dile getirilen ve adına ispat
dedikleri sekiz tane bilgi fiyaskosunu yazacağım. Bunun anlaşılması için de sekiz temel
bilgiyi anlamak ve anlatmak lazımdır. İnşaallah bu notlar bilim ehli için yeteri kadar ışık
tutacaktır.
1- Bu sözde Yaratılış Kongresi, Batı materyalizmine karşı yapılmıştır. Arada bütün Batı
dünyası dinsiz ve materyalisttir diye tekrarla deklare ediliyordu. Hâlbuki bütün Batı, öyle
değildir. Üniversiteleri de hepsi dinsiz değiller. Yüzde doksanı agnostiktirler.
Çünkü Batı bilim çevreleri kendilerini Kilisenin baskısından kurtarınca, önce Rönesans geldi,
sonra Aydınlanma oldu. Şöyle böyle bilimler ana hatlarıyla oturdu. Ve Ortaçağ çok karanlık
geçtiğinden, kimse Kitabı Mukaddes'i yorumlayamadı. Haliyle bilimlerle çelişen on bin
mesele ortaya çıktı. Onlar da iki yüz yıldır Agnostik takılıyorlar. Tam materyalist olmuyorlar.
Çünkü akıl, materyalizmi kolay kolay kabul etmiyor.
Maalesef bu bilimlerle çelişen 10 bin mesele, Müslümanlar için de geçerlidir. Fakat İslam
dünyasında aydınlanma olmadığı için Müslümanlar bunu göremiyor. Görenler de agnostik
veya ateist oluyor.
2- Kongreyi görsen, bilimsel tebliğler sunulan bir yer değil de Avrupa’ya meydan okuyan
pehlivanların idman alanı gibi idi. Hâlbuki kullandıkları bütün araç-gereçleri, bütün araştırma
yol ve yöntemleri, bütün doktorluk ve profesörlük gibi unvanlar ve aldıkları eğitimi tamamen
Avrupa sayesinde edinmişlerdi.
Kongrenin 1. Günü anti evrim tebliğler ile geçti. 2. Günü, Avrupa’nın en son icadı olan
yazılım ve yazılımın bir ürünü olan bilinç aşkı ile geçti. Hâlbuki yazılımın mahiyetini
bilseydiler, evrimin de geçmiş ve geleceğiyle kâinatın tamamında bir yazılım olduğunu görüp
ateistlere gösterebilirlerdi. Böylelikle proje başarılı olurdu. Proje diyorum. Çünkü aynısı daha
önce otuz sene boyunca deli Adnan Oktar üzerinden icra edildi. Amaç, millet dengede (inanç
ve ateizm dengesinde) kalsın, hepsi dinsiz olmasın.
3- Kongrenin ev sahibi Nevzat Tarhan Hocamız, bilinç ölümsüzdür, bilinç sadece insanda
var, dedi. Hayvanlarda ve bitkilerde bilinç yok dedi. Bu söylemle hem Allah’ı ispat ediyordu,
hem de dirilişi. Hâlbuki hayvanlarda da bitkiler de de bilinç var. Zaten nerede yazılım ve
bilgi-işlem varsa orada bilinç vardır. Galiba Tarhan Hoca soyutlama ile bilinci birbirine
karıştırıyor. Soyutlama kavramını ve tekniğini Türk toplumuna armağan eden Ayhan Songar
Hocasını iyi anlamamıştır. Çünkü insan beyni özellikle üst korteksi sonsuza yakın bilgi-işlem
hacmine sahip olduğundan, soyutlamayı becerebiliyor ve soyut kavramları algılayabiliyor.
Hayvanlarda beyin olmakla beraber bu özellik yoktur. Bitkilerde his, bilinç ve DNA var, ama
beyin yoktur. Üstad Said Nursi zamanında DNA bilinmediğinden, bitkilerde ruh ve beyin işini
gören soyut bir kanun var dedi. Hâlbuki aralarındaki tek fark bilgi-işlem hacmidir. Soyutluk
ve somutluk değildir.
4- Evrim yoktur, evrim olsaydı, ara türler olurdu. 3.5 milyar yıl önceden tam günümüze alg
mikroorganizmaları hiç değişmemiştir. Otuz milyon yıl önceki türler ile bugünkü türler
aynıdır. Evrimin en çok sebep olduğu mutasyonlar sürekli sakat türler netice veriyor. Biyoloji
tarihinden hiçbir mutasyon sağlıklı netice verdiği görülmemiştir.
İşte bu üç iddianın cevabı şu üç bilgi ilkesidir:
a) Beş milyon tür canlı var. Ne kadarı selekte olduğu da bilinmiyor. Basit bir gözlemle bu
türler ve ara fasılaları göz önünde tutulsa, her türün aslında bir ara tür olduğu görülüyor. Prof.
Dr. Âdem Tatlı 1973’te, ara tür fosili yoktur diye bir kitap yayınladı. Ama ondan sonra
Paleontoloji bire bin gelişti. Evrimi kabul eden ve evrim süreçlerini insan genomunda
gösteren ve koyu bir dindar olan Francis S. Collins de Tanrı'nın Dili kitabında bunu dile
getiriyor.
Kongrede bu S. Collins göklere çıkartıldı. Ama kimse onun da evrimci olduğunu fark
edemedi. Onun Tanrı’nın Dili kitabı mutlaka okunmalıdır.
b) Evrim yasasında şu güzel yasa da var. Canlılar çevrelerine uyum gösterirse ana karakterleri
hiç değişmez. İsterse dört milyar sene geçsin. Bediüzzaman’ın deyimi ile evrimi tetikleyen şu
üç dil var: İhtiyaç dili, zaruret (zorunluluk) dili ve çevre dengesi.
c) Mutasyonlara gelince, eğer sonsuz bilgi-işlem hacmi içeren çevrebilim çerçevesi ile olsa ve
radyasyon gibi tahripçi bir faktör tarafından değilse, ihtiyaç, zaruret ve denge dili desteklerse
bütün mutasyonlar doğru sonuç verir. GDO’lu ürünlerden çok daha fazla yararlı olur.
Mutasyon olmazsa bütün insanlar birbirine benzer veya dölleme asla gerçekleşmez. Bu
kongredeki profesörlerin bir kısmı Biyoloji Fakültesi dekanları idi. Bir kısmı rektör idi.
Bunların bilgi seviyesi bu ise daha bu memleketten ne beklenebilir. Nitekim Nevzat Tarhan
Hocamız da on-on beş fakülte kurmuş, NP Hastanesi açmış ama beyni bilmiyor. Başkasının
5000 TL ile yaptığı tedaviyi elli bine çıkarıyor. (Bunu onun meslektaşlarının ifadesine göre
söylüyorum.)
5- Tebliğciler içinde en güzel tebliği Sevim Işık Hanım verdi. Fakat Müslümanların,
imanlarını kurtarmak için somut bir ruhu ispat etmeleri gerektiğinden, o da çaresizlikten
vücuttaki 25 voltluk elektriği ruh diye gösterdi. Hâlbuki ruh soyut bir yazılımdır, dağılmaz ve
yok olmaz. Fakat işte görüyorsunuz, Allah’ın sonsuz ilmi olan varlık ve hayattaki sonsuz
bilinçli yazılım bilinmeyince evrim de evren de hayat da ruh da anlaşılmıyor. Rektör adam,
bir köylüden daha cahil olabiliyor. Belki bazılarına faydası dokunur diye ruh hakkında bir
parça izahatı buraya alıyorum.
Ruh Üzerine Kısa Bir Giriş
Asıl varlık soyuttur. Soyut varlığın özü de bilgi ve bilinçtir. Buna eski tabir ile ilim denilir. Büyük
varlık bilgini İbn Arabî, İlim Allah’ın en büyük ismidir, diyor. İsim, somutlaşan, belirginleşen nokta
varlık demektir. Evet, ilim ve bilinçten oluşan benlik ve kişilik, kudretin (enerjinin) yansıması olan
somut datalar arasında oluşan network ile kendini somutlaştırır. Bu somut görüntü eğer Allah’ın ise
ona ehadiyet tecellisi başka bir tabir ile monad denilir. Eğer ruhun somutlaşması ise, ona benlik ve
nefis (kendilik) denilir. Yani ilim ve kudret bir araya gelince, kâinat networku içinde irade ile gelişen
güzel bir çiçek olur.
İnsanın vücut ve beynindeki bilgi işlem hacmi diğer bütün canlıların toplamından daha fazla olduğu
halde; sayı olarak birçok türden daha az gene sahibiz. Eskiden sanıldığı gibi, birkaç milyon gene sahip
değiliz. Sadece 22 bin genimiz var. Fakat bu genlerin dizaynı ve vücuttaki açılımlarının bilgi işlem
hacmi, nerede ise bütün kâinatın atomları kadardır. (Ayhan Songar). Demek ruh bir birlik düzenidir;
bilinçli bir yasadır. Kuantum Fiziği, parçacık datalarından daha çok, onların kendi aralarındaki iletişim ve bilinci bize gösteriyor. Evet, birçok data soyut bir yasa olan ruh ile organize olunca ruh görünmüş
olur; yani somut ışınsal bir boyut kazanır.
Bilgisayar ve Yazılım teknolojisinin geometrik olarak gün geçtikçe gelişmesi, varlıktaki özellikle
beyindeki üç boyutlu sibernetik sistemin basit bir kopyası olmasından dolayıdır. Ve insanoğlu, üç
boyutlu veya daha fazla boyutta yazılım yazamadığı müddetçe bir canlıyı yaratamayacak, diye
anlaşılıyor. Yaratsa da geçmiş ve geleceğiyle o canlıyı kâinat içinde yaşatamayacaktır. Yaşatsa zaten
sonsuz ilim ve bilinç okyanusundan bir ruhu çağırmış olur. Şimdi asıl konumuza geçiyoruz. İşte:
1) İnsanlık, soyut kavramları öğrendiği ve edebiyatın oluştuğu günden beri, katı madde ve fizik
dünyanın ötesinde, işleri yöneten, organize eden, madde ve fizik dünyaya şekil veren bir özün
olduğuna inanmıştır. Ve bu inanışta haklıdır da. Çünkü istisnaî durumlar olan saf materyalist
düşünceler dışında hemen hemen her millet bu öz olguya, etkene, modern tabirle bilinçli ve yönetici
yazılıma bir isim takmıştır.
İbrâniler bu öz dosyaya bir isim takarak, ona ruhani bir şahsiyet verip ona “Saul” dediler. Samuel,
1/11’de ifade edildiği gibi: Nehhas (uğursuz) adam, Benî İsrail’in (dindar-medeni milletin) maddî
olarak kurtarılmasına karşı, onların sağ gözlerinin (gelecek ve ahiret inancının) çıkarılmasını şart
koşuyor. Bunun üzerine millet Saul’e elçiler gönderip onun bu kötü şarta karşı kendilerini
kurtarmasını istiyor. Ve Saul olağanüstü bir şekilde onları hem kurtarıyor hem sağ gözlerinin
çıkartılmasını önlüyor.
Burada ilginç bir nokta şudur ki; Nehhas adam, milletin sağ gözünün çıkartılmasını, Benî İsrail’e
(medeni, gelişmesini tamamlamış, dindar millete) leke olsun diye yapmak istiyor.
Evet, dini bilen, medeniyeti bilen, geçmiş ve geleceği düşünen ve sağ gözü olan herkes ve her
millet, ruha ve ebediyete inanır, insanlığı anarşizm ve materyalizm bataklığına düşürmez, Benî
İsrail’in şerefini kurtarır. Latinler ve Yunanlılar, bu hakikate Psi diyorlar. Bu kelimenin etimolojik
manası, kıvrak, iş gören ve görünmeden geçip giden nesne demektir. Farslar buna Cân (hareket eden
görünmez şey) demişler. Latince’deki anima da bu manaya gelir.
Diğer Sâmî Ortadoğu dilleri buna Ruh demişler. Ruh, rîh, reyhan, rüzgâr gibi görünmemekle beraber,
iş gören, rahatlık sağlayan, güzel etki, güzel esinti, güzel koku manalarına gelir.
Araplar, daha çok somut düşündüklerinden ve madde-mana ayrımına gitmediklerinden, bu öze, bu
bilince Nefs demişler. Nefs, etimolojik olarak kan demektir. Onlar, insanın özünün ve kendiliğinin,
kan olduğunu düşünüyorlardı. Kur’an’da bile nefs, bu manada, ruh ve bilinç yerine kullanılmıştır.
Demek bir kısım yazarların dediği gibi ruha Soul demek, nefse Psik demek yanlıştır.
2) Çok acıdır ki; ehl-i dünyaya bedel, dindarlar -her üç dinde de- farkına varmadan, dünya-ahiret,
beden-ruh, kadın-erkek, madde-mana, çarşı-mabet, bilim-din ayrımını dile getiriyorlar. Getirmeyenler
de öyle yaşıyor. Bu çağda Hz. Muhammed’in, Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz. 1 sözüne çarpıcı bir
şekilde örnek oluyorlar. Evet, farkına varmadan Laikliği bil-fiil savunmuş oluyorlar. Hâlbuki diğer
insanlar, sadece dünyayı, bilimi, kadını, maddeyi bildiklerinden ve öyle yaşadıklarından onlar gerçek
manada laik olamazlar.
İşte bu gibi yanılgılardan ve bilimsel verilerin avamîleşmesinden ve âlimler arasında da ilmî deyimler
yanlış kullanıldığından, zihin dünyamızda birçok çıkmaz yaşıyoruz. Mesela: Aristo 2300 sene önce,
Her şeyin bir formu var. Yani o şeyi, o şey yapan, ona bir kişilik ve kendilik ve öz veren bir mana var,
dedi. Ona göre heyula (maddenin en temel birimi) fizik idi; bu madde o form (suret) ile şekilleniyordu.
Ve sûret 2 , o şeyin ruhu (metafizik boyutu, logosu) idi. Aristo’nun bu izahına üç not düşmemiz lazım.
1 Keşfü’l-Hafa
2 Kur’an İsra 84’de, sûretin, dinamik bir ruhî yapı ve melekût (metafizik) oluşturduğunu şâkile kelimesiyle ifade
eder. a) Aristo’nun bu zamanlar üstü olan temel izahı, maalesef Ortaçağda tersyüz edildi. Suret fani ve
geçici kabul edildi, malzeme ve odun demek olan heyula asıl varlık bilindi. Hâlbuki sureti oluşturan
bilgi ve bilinç olduğundan, asıl ölümsüz olan o manevi (bilgiye dayalı) boyuttur. Heyula entropiye tabi
olup fani olan kısımdır. Dünyamızdan kaybolan kısımdır.
b) Aristo’nun bu izahından anlaşılan dağ-taş her nesnenin, şey denilen her varlığın kendine göre bir
hayatı ve ruhu vardır. Fakat bu yazılımlar DNA ve Beyin seviyesinde bilgi-işlem hacmine sahip
olmadığı için biz onlara cansız diyoruz. Yoksa fizik gibi hayat da bütün kâinatı kuşatmıştır.
c) İnsanın benliğini ve ruhunu oluşturan, bedenindeki ve beynindeki bu manevi ve yasal (yönetimsel
bir gerçeklik olan) yazılım ve bilinçtir. Sinir sistemi ona maddi (harici) bir kılıf oluyor. Ölünce (saf
soyut ve saf somut varlıkta olmadığından) ona nurani (necmi: astral) bir beden giydirilir. Ehl-i keşfin
ve İspritizmacıların gözlemlediği üzere. Çok acıdır ki, Ortaçağ’ın bilimsel kopukluğundan, 2300
senedir insanlık halen bu seviyeye gelemedi. 1970’li yıllardan sonra, yazılım ve sibernetik sistem ve
evrende onu evren yapan sonsuz bir bilinç ve yazılım keşfedilince, insanlık koyu katı materyalizmden
kurtulmak üzere bir nefes aldı. Fakat soyut-somut, madde-mana, iman-bilim dengesini yakalayamadığı
için ve bugünkü çok dallı bilimlerde bütünlük sağlanmadığından, henüz gerçekçi bir çare bulabilmiş
değildir.
3) Bunun baş sebebi, ruhun bedenden tamamıyla farklı maddî bir nesne gibi algılanmasıdır. Ve
mahlûk (şekillendirilmiş) bir varlık olarak inanılmasıdır. Gazali, buna, kalpten damarlar yoluyla beyne
çıkan bir cevher (maddî öz) der. Diğer Ortaçağ âlimleri ruhu, vücudu çalıştıran bir buhar olarak
değerlendirmişler. Hatta müspet ilimlerde çok ileri olan ve sibernetik bilimini Türkiye’ye getiren Prof.
Dr. Ayhan Songar Hocamız dahi, beyni bir piyano gibi görüp ruhu onu çalıştıran bir nesne olarak
yazdı. Çünkü o muhterem büyüğümüz de inancı gereği Ortaçağ’ın dışına çıkamıyordu. Saf bilgi ve
bilincin ve saf soyutun gücünü bilmiyordu. Ne de olsa onlara materyalist bir eğitim verilmişti.
Ruhu iyice bilmek için mahlûkiyet ve halk kavramlarını bilmek lazım. Maalesef, halk etmek, şekil
vermek manasında iken, zamanla münharif bir mana olan yoktan yaratma manasında kullanılmıştır.
Ve buradan iş çıkmaza girmiştir. Çünkü saf soyutun şekli olamazdı. Hatta bugünkü, bilinç ifade eden
elektronik dosyaların bile şekli yoktur. Nitekim Kur’an vahiy için, ruh için, onları yarattık ifadesini
hiç kullanmıyor. Kur’an’da ve diğer semavi kitaplarda, Allah yoktan yaratıyor, diye bir ayet yoktur.
Çünkü sadece sonsuz olan kudretinden yaratıyor.
İki Ara İzah:
A) İnsan beyninin sonsuz bilgi işlem hacmi içinde çok alt dosyalar var. Bu dosyaların her biri, bir
duyu ve duyguyu temsil ediyor. Haz, lezzet, sevinç ve benzeri onlarca his ve duygu, bu dosyalar
tarafından yönetilir. Dolayısıyla beynin dışında bir ruh kabul edip bu duyguları o nesnel ruha vermek
bilimsel ve dinî izaha uygun olmaz.
B) Evrim sürecinde türler, ihtiyaç, lezzet ve aşırı çevre değişimleri sonucu oluşan ıztırar (zorunluluk)
ile gelen mutasyon değişimiyle türden türe geçince; onlardaki ana yazılım da değişiyor. Dinî tabir ile
onlara yeni bir ruh üfleniyor. Nitekim Kur’an’ın ruh üfleme ile ilgili ayeti (Araf, 7/172) ruhun
biyolojiden ayrılmadığını, ana karnında dölleme tamamlanınca ona ruh üflendiğini bildiriyor.]
İbn Arabî gibi İslam âlimleri, Kur’an’ın bu gibi mucizevî ayetlerini gördüklerinden ve mutasavvıflar
engin tecrübeleriyle bu soyut yazılımı yaşadıklarından Ruh mahlûk değildir, dediler. Teftazânî dahi bu
manada aşağıdaki sözü söyledi. Fakat bir kısım cahil sofular, bunu su-i istimal ettiler. Ruh mahlûk
değilse o zaman biz de tanrıyız veya tanrının bir parçasıyız, dediler. Tanrının sonsuz olduğunu, parçası
olmadığını bilmediler.
Fakat ruhun soyut ve bilinç yönüyle mahlûk olmadığını söyleyen âlimler -Teftazânî de dâhil- dönüp,
bu sonsuz dosyanın soyut bilgisine haricî (maddî) bir disket giydirildiğinden Ruh, mahlûktur ve kimsenin ben Tanrıyım deme hakkı yoktur. Çünkü Tanrı sonsuzdur. Sonsuz soyutu ve sonsuz somut
olan tecellileri kuşatır. Hiçbir canlı böyle sonsuz olamayacağı için, hiçbir canlı Tanrı olamaz, diye
hükmettiler.
Teftazânî, son derece bilinçli olarak: İnsanî ruh mahlûk değildir, demiştir. Yani soyut bilinç ve
bilgiden oluşan gerçek yazılım ancak insanda var. Ve insanı insan yapan, ona kişilik ve kendilik veren
bilgi, bu soyut yönüyle şekilsizdir. Dolayısıyla mahlûk değildir, diye ifade etmiştir. (Barla Lahikası)
Evet, ilmî bilgiler 2x2=4 formülü gibi, soyut ve saf ilim olduklarından, zaman üstüdürler ve şekil
almazlar, şekil alan örnekleri ise somutturlar, zamana bağlı ve fânidirler. Bu örneklerin fâniliği,
formülün ölümsüzlüğüne aykırı değildir. Demek insandaki hayvanî (Biyolojik) ruh, somut olduğundan
Teftazânî, hayvanî ruh (nefis) mahlûk değildir, dememiştir.
Bediüzzaman, bu büyük âlimin formülünü şöyle açıklamıştır:
Ruh, canlı bir (soyut) yasa, sonsuz İlahî bilinç ve hayatın bir kopyası (aynası) olduğundan, mahlûk
değildir. Fakat bu yasaya ve bu kopyaya değişik kılıflar ve bedenler giydirildiğinden, somut bir varlık
olur. Ve bu yönüyle yaratılmıştır.
Evet, ruh soyut fakat zengin bir yazılımdır, görünmez ve ellenmez. Bununla beraber sonsuz bilgi-işlem
hacmine sahip olduğundan, bazen yansımaları olabiliyor. İşte halk arasındaki, ruh geldi, cin geldi gibi
ifadeler ruhun aslı hakkında değildir, bu yansımalar içindir.
6- Dr. Bahri Tayran gür bir çıkış yaparak, İngiltere’de doktoramı yaptım, elli senedir, Kur’an’ın Hz.
Âdem'in yaratılışı ile ilgili ayetlerini inceliyorum. Kur’an bunu üç aşamada anlatıyor. Hiçbir ilahiyatçı
ve hiçbir tefsircinin bilmediği mucizeleri keşfettim, dedi. (Gerçi bu son iddiasında doğrudur.
Muhammed İkbal’den başka daha önce kimse bu ayetleri açmamıştı.)
Birinci Aşama: Hamein mesnun’dan… Hz. Âdem önce sünnet edilmiş bir çamurdan. (15/28)
İkinci Aşama: Sağlam bir yumurta içine yerleştirilmeden. (77/20-21)
Üçüncü Aşama. Aynı yumurta içinden Havva ile beraber ikiz doğma. (4/1) Her birisi 60 kilo olarak.
Buna bir delil de, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı babasız doğurmasını gösterdi. ( 3/37 ve 59)
Evet, aynen böyle anlattı. Yaklaşık kırk profesör orada vardı. Hiç birisinden çıt çıkmadı.
Hâlbuki 15/28 ve devamı insanlığın çok uzun süren evrimini anlatır. Mesnun kelimesi de sünnet
edilmiş değil de yıllanmış çamur demektir. Ayet diyor ki: İnsan türünün aslı ve şimdiki nesillerinin de
aslı su ve topraktır. Ana-babamız gıdaları yiyor. O gıdaların temeli su ve topraktır. Biyolojik olarak,
Allah, gıdaların içine bir yazılım üfürüyor, yumurta ve sperm oluyor.
77/21 bir de ana karnını anlatıyor. Sağlam ve korunaklı bir yerdir diyor.
Üçüncü Bir Uyarı: Gerek Âdem ve gerek İsa hatta diğer peygamberlerin hayatı biyolojik hayat
değildir. Sosyolojik arketip kişiliklerdir. Nitekim başka bir hanım efendi, çıktı Kur’an’da Lokman diye
tebliğ sunacaktı. Ama Kur’an’dan hiç alıntı yapmadı, onlarca efsaneyi bilim diye sunabildi. Ve
Türkiye’de bizim için bilimlerin babası sayılan Nevzat Tarhan Hocamız bütün bunları seyretti.
Bu gibi konularda size Ontolojik bir temel kazandıracak bir anekdotu buraya alıyorum:
Kur’an’da 28 Peygamber ismi geçiyor. Kur’an, İslam dinini Hz. İbrahim dininin devamı
saydığı için (Hacc, 78) Yani madde-mana, ruh-beden, dünya-ahiret, fakir-zengin, bilim-din
gibi bütün zıtları barıştırdığı için ve Hz. İbrahim’in dini pratikleri olan beş rüknü
uyguladığından İslam dinine özellikli bir ayrıcalık verdiği halde Hz. Muhammed, “Beni bu 28 Peygamber içinde İki Peygamberden üstün tutmayın” diyor. Musa ve Yunus
Peygamberler.
“Beni bir köle azatlısı olan Yunus İbn Metta’dan üstün tutmayın.” (Buhari, Enbiya, 26)
“Beni Musa’dan üstün tutmayın. Haşir günü ilk ayılacak benim... Bakarım Musa arşın
eteklerine yapışmış, duruyor. Bilmem o hiç bayılmadı mı, yoksa benden önce mi ayıldı.”
(Buhari, Enbiya, 34)
Peki, bu çelişkiyi nasıl izah edeceğiz? İşte: Yirmiden fazla mailde: Peygamberler hakkındaki
kutsal kıssaların çoğu tarih olmadığını, bu peygamberlerin birer misyon (zarif görev), birer
kavram ve birer arketip olduğunu gösterdim. Mesela Yunus, İnsanlık demek; Musa, Hukuk
ve Şeriat demek. Evet, Yunus, medeni, kendine bakan, bazen de sosyal hayat denizinde batan
insanoğlu demektir. Başta tabiat şartlarına esir ve köle idi, sonra medenileşti, elbise dikmeyi,
bina yapmayı ve aşçılık öğrendi. Mülkiyet sahibi oldu. Sonra bilimlerle ve felsefe ile tabiata
hâkim oldu, esareti bitti. Kelime Yunancadır; zıt kavramı, kendine bakamayan vahşi insan
(barbar) demektir.
Burada Hz. Muhammed, İslam dini, denge, iman ve İbrahimî pratikler gibi meziyetlere sahip
de olsa; İnsanlığın bu temel ihtiyaçları ve medeniyeti daha önceliklidir. Dolayısıyla, İslam’ı
insanlığa ve insani değerlere üstün tutmayın, diyor. Nitekim Batıda bazıları, Hıristiyanlığı
bırakınca Hümanist oluyor.
Musa ise hayat nehri yani hiç kirlenmeyen ve tıkanmayan hukuk ve şeriat demektir. Kelime
İbranicedir, her zaman meşiy eden: yürüyen ve akan demektir.
Evet, hukuktaki asıl hayat ve evrensel dengeler asla uyumaz, asla şaşmaz. Siz siz olun, İslam
dinini bu evrensel hukuka üstün tutmayın. O, arşa (evrensel egemenliğe) her zaman yapışıktır.
Arş, Allah’ın tahtı yani egemenliği demektir.
Evet, zaman içinde İslam’da araçlar amaç olabilir; İslam, dengesini kaybedebilir, ama
evrensel hukuk ve ahlak asla dengesini kaybetmez. Nitekim günümüzde semavi dinler
sembolik yapılarını ve Hermenötik dil özelliklerini kaybettiğinden, artık gündemde değiller.
Nitekim insanın medeni ve ruhani ihtiyaçlarına cevap veremiyorlar. Haliyle İnsanlık, bilim,
medeniyet ve evrensel hukuka yapışmış duruyor.
Eğer İnsanlık bilimlerle, dinin o evrensel deyimlerinin manasını öğrense ve bilimi temsil eden
İdris (Hermes) gökten inse, ruhaniliği temsil eden İsa İnsanlığa ruh olsa, Kurtarıcı gelmiş
olur.
İncil tekrarla, ahir zamanda İsa, insanoğlu olarak inecek diyor. Yani bilimlere, medeniyete ve
hukuka: Yunus’a ve Musa’ya ruh katacak, insanlık sonsuz saadete erecektir. İki bin sene önce
Yahudi Hukukuna ve Roma Medeniyetine ruh olduğu gibi.
Nitekim her peygamber bir bilimi ve bir gerçekliği temsil ediyor. İsa, ruhaniliği ve ruhani bir
hakikat olan vahyi temsil ediyor. Âdem ise dil, medeniyet ve bilimleri temsil ediyor. Yoksa
tarihi bir şahıs değildir. Onun için Kur’an’da “Âdem'in misali, İsa’nın misali gibidir. Sadece,
biri somut, süreç isteyen topraktan şekilleniyor. Diğeri ise soyut ve Allah’ın tetiklemesiyle
oluyor.” (3/59) Yoksa her ikisi de arketip ve şahs-ı manevidirler. 7- Çok ilginçtir ki kongrenin ismi Yaratılış Kongresi idi. Ama hiç kimse fiziki ve biyolojik
olarak yaratmanın ne olduğunu bilmiyordu. Başta Prof. Dr. Âdem Dölek olmak üzere üç
ilahiyatçı, yaratmak yoktan var etmektir. Bütün Kur’an bunu anlatıyor. Yaratmanın Allah’a
has olduğunu söylüyor, diye tebliğler sundular. Hâlbuki halk etme kelimesinin etimolojisini
araştırsalardı, bunun yoktan yaratma değil de, şekil verme olduğu görülecekti. Çünkü sonsuz
bir enerji var. Bu enerji, Allah’ın kudretidir. Allah sonsuz ilmi ile o enerjinin içine yazılımı
koyuyor; enerji, parçacık, atom ve hücre oluyor. Sonra evrim kanunu ile sonsuza dek
gelişiyor. Evet, Al-i İmran suresinde geçtiği üzere Hz. İsa ben çamurdan bir kuş yaratıyorum.
İçine nefesimi üflüyorum. Allah’ın izni ile kuş oluyor. (Bu ayet de galiba biyolojik değil de
Hristiyan olan Batı dünyasının yaptığı uçak sanayisi ve yazılımını anlatıyor.)
Maalesef Müslümanlar Ortaçağda kalmışlardır. Aydınlanma onlara hiç uğramamıştır. Çünkü
Aydınlanma, kâinatın Fizik, Kimya ve Biyoloji şimdi de yazılım olarak nasıl işlediğini bilmek
demektir. Bu da işte kongrenin heyetinde olmadığını görüyoruz. Tek çare Fen ilimleri ile
Kur’an’ı doğru anlamaktır. (115 yıl önce yazılan Muhakemat’a bakınız.)
Şimdi şifa olsun diye Kur’an’ın Ayetel-Kürsisinin tefsirini buraya alıyorum. İnşaallah bu
dindar ve dolayısıyla muhterem heyetin kafasındaki yanlış bilgi şeytanlarını kovar. Evet, her
yönüyle Türkiye formatlanmalı, her alanda kendine yeni bir zemin edinmelidir.
Allah’ın Sonsuz Varlığı ve İnsan Özgürlüğü
“Azamet benim eteğimdir, Kibriya benim cübbemdir.” (Hadis-i Kudsi)
Allah’ın bu sözünün bugünkü Ontoloji bilimiyle ve her iki kelimenin etimolojik yönüyle:
Tercümesi şöyledir: Somutluk benim eteğimdir. Sonsuzluk benim cübbemdir.
Ana Konuya Girmek için Bir Giriş: Ayet’el-Kürsi Tefsiri: Bu ayet, Allah’ın özgün varlığı
olan ilmini anlatır; kader de ilim nev’indendir.
Kur’an’ın bu ontolojik ayetini anlamak için şu beş bilgi notunu önceden bilmek gerektir:
1) Varlık, soyutuyla somutuyla sonsuzdur. Dolayısıyla, yokluk diye bir şey yoktur.
2) Asıl varlık, bilim adamlarının soyut datalar ve yazılım diye dile getirdiği bilgidir. Bu konuda Prof.
Dr. Türker Kılıç Hocanın çalışmalarına bakılabilir. Gerçekten tam bir yazılım filozofudur.
3) Allah kelimesinin belirsiz hali olan İlah kelimesinin etimolojisi, Soyut ve Sonsuz olduğu için
yalnızca kendisine tapılan demektir. La İlahe İllallah, sadece sonsuz olana tapılır manasına gelir.
Ulûhiyet tevhidini bildirir. Allah kelimesi, belirlilik edatı (Lam-ı tarif) alan halidir.
Demek Allah soyut boyuta bakar, Rahman somut boyuta bakar, Rahim ise aradaki varlıklara bakar.
Üçü de birdir. O’nun Ehad (çok birlik sahibi) ismi ise, her yerde bulunduğunun ve her şeyde
göründüğünün ifadesidir. Evet, sınırlı varlıklar, sınırlı olmaları ile beraber sonsuzluğu gösterirler. Çünkü ancak sonsuz bir enerji,
yazılım ve gelişme süreci ile var olabilirler.
4) Bu ayette geçen Hayy ve Kayyum (Diri ve Ayakta Tutan) isimleri, bütün biyolojik ve fizik
varlıklardır. Evet, Allah’ın isimleri, kâinattaki hakikatlerdir. Bu hakikatler, Allah’ın sonsuz soyut
varlığının devamıdırlar. İsim-müsemma, birdirler. Bir görüşe göre bu varlıklar, süreç ve sistem olarak
sonsuzdurlar; diğer bir görüşe göre, fizik olarak da sonsuzdurlar. Birçok kâinat var ve birçok Big-Bang
olmuştur, diyen görüşe göre. Demek Arapça ve İbranice olarak kullandığımız sözcükler, Allah’ın
isimleri değil de O’nun gerçek isimlerinin isimleridirler. (İbn Arabi, Ansiklopedi)
5) Ayette geçen Allah Kürsüsü, kadim tefsirlerde Allah’ın ilmi diye geçiyor. Kralın, üzerinden devleti
yönettiği Taht demek olan Arş ise, Allah’ın kudreti (gücü) diye tefsir edilir. “Rahman (somut varlığı
da olan) Allah arşa istiva etti.” ayeti, Allah somut tecellisiyle, bütün varlık ve kâinata egemen oldu,
manasındadır. Ben merak ediyordum: Allah, gücüyle her şeyi kuşatmış yönetiyor. Neden, Arşı gökleri
ve yeri kuşatmış, denmiyor da Kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmış deniyor? Sonra asıl varlığın ilim ve
yazılım olduğunu ve her şeyi kuşattığını öğrenince, bu ayetin önemli asıl bir nüktesini bilmiş oldum.
İşte şimdi bu mucizevi ayetin tefsirine geçiyoruz:
2/255- Allah, O’ndan başka ilah (tapılan) olmayan sonsuz Varlıktır: (Ana dosyadır.) Hayy ve
Kayyum’dur: Yani O ana dosyanın fizik ve biyolojik bütün icraatı (tali dosyalar) da sonsuzdur.
Evet biyolojik, ekolojik ve özellikle Kuantum fiziğindeki etkileşim bilgi-işlem hacimleri sonsuzdur.
Sadece bu tali dosyalarda bazen devre dışı kalış oluyor. Yani bazen onları uyku ve esneme tutuyor.
Ana dosyada ise asla devre dışı kalmak yoktur.
Evet, uyku ve esneme asla O ana dosyayı tutmaz.
Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nundur. (Yani, fizik ve metafizik diğer bütün dosyalar, O ana
dosyaya bağlıdırlar.) O’nun izni olmadan, hiç kimse O’nun yanında şefaat (etki) edemez. (O’na ortak
olamaz.) Yoksa dosyalar arası etkileşim, yardımlaşma ve dayanışma vardır.
İşte meşru şefaat budur. Demek şefaati haksız torpil diye anlayanlar yanılıyor.)
O, onların geçmişlerini ve geleceklerini: önlerini ve arkalarını bilir. (Yani Allah, o tali dosyaların
sadece şimdiki bilgi-işlemlerini değil de birer yazılım olan geçmiş ve geleceklerini, yani önlerini ve
arkalarını da bilir.) O’nun istediğinden başka, O’nun ilminden (yazılımlarından) hiçbir şey tam
öğrenemezler: (Kuşatamazlar). Evet, insanoğlu enerjiyi ve evrimi bir derece biliyor. Ama yazılım
tarzındaki sonsuz bilinci ve planı henüz tam keşfetmiş değildir.
O'nun kürsüsü (ilim ve yazılımı), gökleri ve yeri (metafizik ve fizik âlemleri) kuşatmıştır. Yer ve
göklerin (o fizik ve metafizik âlemlerin) muhafazası, O’nu yormaz. (Çünkü O ana dosya, aynı
zamanda ana bellektir de.)
O, Aliyy ve Azimdir. [Yani soyut ve sonsuz olduğu için yüce ve aşkındır: (Uluvv). Aynı zamanda
somut büyüklük (azamet) olarak da sonsuzdur.] Evet, varlık bir tanedir; soyutuyla, somutuyla
sonsuzdur. Bu ikili yapıyı ve bu sonsuzluğu bilmeyenler, varlık ve hayat hakikattir, diyemezler.
Son beş not:
1) Yazılımın aslı matematiktir. Matematiğin de en kullanışlı iki sistemi var: İkili ve ondalık sistem.
Ayetin numarası (2/255) bu ikisine ince bir işarettir.
2) Bu ayet, gördüğünüz gibi bilimsel yönden de bütün varlığı kuşattığı için, herkes her derdi için bunu
kullanıyor. Hakkında birçok rivayet var. 3) Fizik varlık, Allah’ın Arşı (tam egemenlik alanı) olduğu için, Kur’an’da Arş-ı Azim deyimi tekrarla
geçiyor. Azim, somut büyüklük demektir. Kebir de soyut büyüklük demektir.
4) Buradaki Hayy ve Kayyum, Allah’ın iki büyük ismidirler. Sonsuz yazılım (ilim) içeren bütün fizikî
ve canlı varlıkları içine alır. Ehl-i Sünnete göre İsim-Müsemma birdir. Zaten Aristo ve onu esas alan
İbn Sina, Âlim-İlim ve Malum (Bilen-Bilgi ve Bilinen) bir varlıktır. Sadece itibarî fark vardır, diyor.
İbn Sina Âlim (Bilen) boyut için Vacib’ül-Vücud (varlığı soyut ve zorunlu ilk ilke) dedi.
Said Nursi de ve son Sünni Kelam âlimleri de bu Vacib’ül-Vücud deyimini kabul ettiler. Sürekli bu
deyimi Allah için kullandılar. Fakat içini ilim kavramı ile dolduramadılar. Nitekim Said Nursi, Şemme
Risalesinde, O’na meçhul (bilinmez) dedi. Daha sonra bu meçhul deyimi onu tatmin etmeyince;
Ayet’ül-Kübra risalesinde O’na Manevi Nur dedi.
Fakat İbn Sina’nın dile getirdiği o üçlü birliği kabul etmedi. Çünkü İbn Sina ilim kelimesi yerine yine
aynı manada kullanılan akıl kelimesini kullanıyordu. Ve Said Nursi, varlığın birliğini savunan İbn
Arabi’ye karşı idi. Ona göre İbn Arabî kâinata hayal diyordu. Ama İbn Arabi’nin La-mevcude İlla Hu
sözü, o manada değildi.
5) Bu kısa yazı, Hz. Muhammed’in ilmî bir mucizesi olduğu için mucizeler ile ilgili kitabımın sonuna
koydum. Nitekim gerek bu Ayet’el-Kürsi Tefsirinden ve gerek yazılarımda göreceğiniz onlarca
ayetten anlayacaksınız ki: Kur’an, bütün beşerî düşüncelerin ve bütün felsefelerin üzerinde bir bilgiye
sahiptir.
Şimdi Asıl Konumuza Giriyoruz: Konumuzdaki sonsuzluk ve özgürlüğü beraber ve
birbiriyle çelişmediğini anlamamız için beş basamaklı bir bilgi zincirine ihtiyaç var. Şöyle ki:
Birincisi:
“Allah’ın zatını düşünmeyin, buna gücünüz yetmez, sadece Allah’ın sıfat ve isimlerini
düşünün.” Bu söz hadis diye bilinir. Ben senedini bilmem, ama hadis olmadığı bu sözün
kelimelerinden anlaşılıyor. Buna biri kısa diğeri uzun iki delilim var:
1) Çünkü Kur’an sürekli olarak, Allah’ı anın, diyor. İnsanın bilmediği bir şeyi anması söz
konusu olamaz.
2) Tarihen ve Kur’an’dan biliniyor ki: Asr-ı Saadette Allah için sıfat ve zat kelimeleri
kullanılmamıştır. Evet, vücut, vicdan, mahiyet ve onun manasında kullanılan bu zat kelimesi
ile kelamcıların kullandığı sıfatlar deyimi, Hicri 2. Asırda Yunan felsefesi Arapçaya tercüme
edilirken ortaya türetilen kelimelerdir. Dolayısıyla Kur’an’da geçmiyorlar. Peki, bu Zat
sözcüğü, nasıl ortaya çıktı?
Şimdi onun kısa tarihçesine bakalım: Kur’an diğer peygamberler gibi sonsuz bir Allah’ı
anlatınca; zihinler başta sonsuzluğu anlayacak seviyede değildi. Peygamber de Allah’ın
icraatı üzerinden bazı somut şeyler anlattı. Mesela, Allah’ın kudretini el ve ayak gibi
kelimelerle anlattı. Allah’ın sonsuz ilmini yaygın ve sonsuz bir kader diye tasvir etti.
Muhaddisler, bunları esas alarak Allah’ı somut, sınırlı, elli-kollu olan ve gökte tahtında oturan
bir varlık olarak anladı. O yaygın kader anlayışından da zorunluluk ve cebir akidesini
savundu. Haliyle böyle bir Allah algısı, o zaman iktidarda olan Emevilerin işine çok iyi
geliyordu. Emeviler bunu İslam âleminin çoğuna mal etti. Ve böylece Kur’an unutuldu. İşte bunlara karşı ta Hicri ellili yıllarda Mutezile mezhebi ortaya çıktı. Dil ve belagat
öğrendiler. Kur’an’daki sonsuz soyut Allah’ı savundular. Yine Kur’an’dan insanın özgür
olduğunu dile getirdiler. Fakat enerjinin üretilemeyeceğini ve yaratmanın sonsuz ilim
gerektirdiğini bilmedikleri için insan o kadar özgürdür ki o da yaratabilir, dediler. Bundan yüz
yıl sonra Yunan Felsefesi, tercüme edilince onların işine çok yaradı. Artık tam egemenlik
kurdular. Fakat bunlarla, halk kesiminde etkin olan ve aklı, bilimi ve delillere dayalı yorumu
inkâr eden Muhaddisler arasında çok büyük kavgalar çıktı. Çünkü Mutezile, dini anlamak için
aklı, bilimi (o günkü felsefeyi) ve yorumu esas alıyordu. Muhaddislere göre bunlar küfür idi.
Evet, Mutezile mezhebinin bir kısmı, çok büyük ilmî birikime rağmen sonunda pozitivist oldu.
Bunun üzerine İmam Ebu Musa Eş’ari gibi biri, dayanamayarak, 4. Hicri asrın başında
onlardan koptu, Muhaddisler ile Mutezile ortası bir yol izledi. Onun ardından İmam Maturidi
geldi, yaklaşık aynı yolu tuttu. Demek Ehl-i Sünnet, 4. Asrın başında ortaya çıkmıştır. Ve Ehl-
i Sünnet ile Ehl-i Hadis birbirinden fersahlarca farklıdır.
Ehl- Sünnet Mutezile malzemesini Ehl-i Hadise karşı kullandıklarından ve Mutezile çok büyük
ilmi birikime sahip olduğundan, Ehl-i Hadisin çok büyük kampanyalarına rağmen ve Abbasiler
döneminin bazı halifelerinin desteğini almalarına rağmen; Mutezile mezhep olarak silindi
iseler de onların kültür egemenliği İslam Tarihi boyunca Sünnilerde ve diğer mezheplerde
devam etti. Nitekim Mutezilenin soyut Allah algısı, İbn Sina’da Vacib’ül-Vücud (varlığı soyut
ve gerekli ilk ilke) olarak kendini gösterdi. Fakat Gazali Felsefeyi yasak edince ve Mutezilenin
bu tarihî mirası kaybolunca, avamca anlaşılması kolay olan Hadis külliyatı herkesi etkiledi;
aklı, bilimi ve yorumu esas alan Hanefî mezhebini bile başka hadisler bulmaya zorladı. (Onun
için hadisler arası çelişkiler binlerden fazladır.)
Nihayet bu Ehl-i Hadis, önce Vahhabiler olarak, çağımızda da El-Kaide ve IŞİD olarak
karşımıza çıkmış oldular. Çağımızdaki Sünniler bu tarihi kavgaları bilmedikleri için; herkes
aşağı yukarı farkına varmadan Vahhabiler gibi düşünüyor. Bazı Ehl-i tarik hariç. Onun için
Cumhurbaşkanı da genel anlayışa sahip olup mutlak bir kadere inanıyor.
İkincisi:
Bu analizlerden anlaşılan yukarıdaki hadis denilen söz, bizim Ehl-i Sünnetin bir tavsiyesidir.
Sonsuzluğu anlamayan avam için söylenmiştir. Ve Allah’ı cismani gökte tahtta oturan bir Kral
gibi düşünen Muhaddislere karşı Kelamcıların bir savunmasıdır.
Bu Ehl- Sünnet gerek Muhaddislere karşı ve gerek Mutezilenin soyut Allah algısına karşı, çok
mücadele verdiler. Ama onların bu mücadelesi üç zaaf içeriyordu. Dolayısıyla sonsuzluğu
anlamadılar. Dolayısıyla İslam âlemi geri kaldı. İbn Arabi el attı ise de İbn Teymiyye ve hadis
külliyatı piyasaya hâkim oldu.
a) Ehl- Sünnet, Allah’ın sıfatları var, diyorlar. Hâlbuki Kur’an yedi yerde bu sıfat
(nitelendirme) işini yasak etmişti. Çünkü varlık algıları somut olduğundan her nitelendirmeleri,
Allah’ı sınırlı ve somut bir varlık olarak gösteriyordu. Nitekim bu vasıflandırma meselesini,
Kur’an, müşriklerin deyimidir, diye tekrarla kınıyor. Mesela, Kur’an, Allah’ı somut sıfatlarla
anlayan müşrikleri şöyle anlatıyor:
“Allah sözün aşikâre olanı da bilir ve içinizde gizlediğinizi de bilir. Ben bir peygamber olarak
tam bilmiyorum: Belki de sonsuzluğu anlatan bu Kur’an, sizin için bir denemedir. Ve belli bir
süre yaşamanıza sebeptir. De ki: ‘Ey beni terbiye eden Rabbim, hakla yargıla. Ve hepimizin
Rabbi, Rahmandır, sizin anlattığınız bu sınırlı Allah inancına karşı sadece O’ndan yardım
istenir.’” (21/110-112)
Bu üç ayette altı anahtar kavram var: 1) Ayetler, aşikâre ve gizli diyalektik kavramını dile getiriyor. Bu diyalektik, siz müşriklerin
kilitli zihnini açması lazım, diye işaret ediyor.
2) Yargılama ve ceza insan zihnini açar.
3) Rabb (geliştirici sahip) ve fitne (imtihan) kelimeleri zihin açıcı iki anahtardırlar.
4) Rahman İlahî sonsuz somut varlık demektir. Diyor ki: Hadi sizin kilitli zihniniz soyut
değerleri anlamıyor. Bari sonsuz azametten ders alsın.
5) Müstean (kendisinden yardım dilenen) kelimesi de istek ve dua ile zihnin açıldığını bildirir.
6) Bu müstean (kendisinden yardım dilenen) burada Rahman olarak zikredilmiş. Rahman
somut varlık ifadesi olduğundan, en iyi zihni açıcı diyalektik süreçtir, diye bildiriyor. Çünkü
somut varlığı çalıştıran ve geliştiren ondaki artı-eksi gibi diyalektik süreçtir.
Demek zihin sonsuzluğu algılamadığında otomatikman insan putperest olur. Şimdi insanları
düşünün ve Kur’an’ın yüzde sekseninin yani 4000’den fazla ayetinin putperestliği nasıl
kınadığının mucizeliğini anlayın.
Kur’an’ın sıfatlar konusunda bu mucizevi kelime seçimini teyit eden Hz. Ali’nin şu sözü, çok
manidardır: Allah’a ihlasla yani şirk koşmadan inanmanın zirvesi, O’na hiçbir sıfat isnat
etmemektir. (Davud-u Kayseri, Füsusun Şerhi, 1. Cilt, 38)
b) Ehli Sünnet başta Allah’ın bu sıfatları Allah’tan ayrı varlıklardır, diye söylüyorlardı. Ama o
sıfatları ezeli ve ebedi kabul ediyorlardı. Bu ise çoklu tanrı gibi bir düşünceye vardırıyordu.
Daha sonra bundan kurtulmak için bu sıfatlar ne ayndır ne gayrdır, yani, Allah’ın özgün
varlığı olmadıkları gibi ondan ayrı şeyler de değildir, diye bir cevap oluşturdular.
Hülasa, Ehl-i Sünnet birçok evrensel ilke ve fikirlere sahip olmasına rağmen; Ulûhiyet gereği
Allah’ın sonsuz olması gerektiğini tam anlamadılar. Çünkü galiba Ortaçağda sonsuzluk
kavramı yoktu. İbn Arabi bunu anladığı için varlık namına ne varsa Allah’ın varlığıdır, (La
Mevcude İlla Hu) dedi.
Bediüzzaman da ontolojik olarak Allah’ın kendisinin de isimlerinin de sonsuz olması
gerektiğini bildiği için; Allah’ın kudretini de ilmini de iradesini de mutlak (sonsuz-sınırsız),
nihayetsiz ve hadsiz gibi kelimelerle ifade ediyor. Ama kâinatı gayr (O’ndan başka varlık)
olarak gördüğü için galiba çelişkiye giriyor. İbn Arabî haklı kalıyor.
c) Ehl-i Sünnet isim ve sıfat ayrımına da gidiyordu. Mesela onlara göre bu Ayet’el-Kürside
geçen Hayy sıfat idi, Kayyum ise isim idi. Bu ayrım da bir karmaşa doğuruyordu. Allah’ın
isimleri O’nun sonsuz soyut varlığının tezahür eden kâinattaki somut görüntüleridir diye ifade
etmediler. Kâinatı O’ndan ayrı bir varlık olarak gördüler. İşi, mahiyetini anlamadıkları yaratma
kavramı ile izah ettiler. Allah, uzaktan tasavvur edilen kudretiyle iş yapıyor, ilmiyle biliyor,
dediler. Risale-i Nur, birçok açıklama getirdi ise de ortada Allah’ın ortağı kabul edilebilecek
bir enerji ve yazılım vardı. Sonsuzluk inancı yine oturmadı. Hülasa; Kelam ekolü, sonsuz
olan enerjinin Allah’ın kudreti olduğunu ve sonsuz yazılımın O’nun ilmi olduğunu ifade
edemedi. Çünkü Literatüre Kelam ilmi hâkimdir, bütün eğitim bunun üzerinde dönüyor.
Bunun tersi düşünmek sapıklık kabul ediliyor. Hâlbuki önemli bir kelam âlimi olan Gazali,
Kelam ilmi yetersizdir ve çok büyük bir Ontolog olan İbn Arabî de Kelam ilmi tutarsızdır,
diyorlar.
Üçüncüsü: Kur’an’ın öngördüğü Allah inancı: Soyutuyla somutuyla sonsuz bir
Allah.
Kur’an bunu beş aşamada anlatıyor:
a) Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün peygamberlerin putperestliği yasak eden
mesajları üzerine Kur’an bu sonsuzluğu bütün insanlığa yaşattırıyor. Şöyle ki: Puta tapmak,
sınırlı somut bir nesneye tapmak demektir. Bunu yasak etmek ise sonsuz bir Allah’a tapmak
manasına gelir. Tekrarla binden fazla yerde:
Şirk, yani o sonsuzu sınırlandırmak, en büyük dengesizlik demek olan zulümdür, diyor. Yine
yüzlerce yerde: Hayat verme ve öldürme (yani ölen varlığın neslini ve bekasını garantiye
almak) Allah’a aittir, diyor. Çünkü sadece o sonsuzdur.
b) Kur’an, Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir. (57/4), Nereye yönelirseniz Allah’ın varlığı
(veçhi) oradadır. (2/115) gibi ayetlerle bu sonsuzluğu Sahabeye yaşattırdı. (Allah’ın veçhi bizzat
varlığının kendisi demektir. Nurani şeylerde bir şeyin yüzü (veçhi) onun varlığının kendisi demek
oluyor. Güneşin yüzü gibi.)
c) Allah Aziz ve Hâkimdir, Allah Aziz ve Rahimdir, gibi yüzden fazla ayetle bu sonsuzluğu
anlatıyor. Aziz bizde onurlu diye çevriliyor. Çünkü onurluyu bağlayan açlık ve kölelik gibi
kayıtlar yok. Kur’an’da ise bu kelime, sonsuz olan ve sonsuz derece etkin ve yetkin
manasında kullanılır. Peki, o böyle ise, bu sınırlı ve hatta kötü yaratılmışlar nedir, diye
sorulursa işte bu grup ayetler şöyle cevap veriyor:
Evet, o sonsuzdur, sonsuz etkin ve yetkindir, ama hikmeti, bu sınırlı işlerin olmasını
gerektiriyor. Evet, o sonsuzdur, ama rahmeti bir insanla özellikle peygamberle arkadaş
olmayı gerektiriyor. O bu sınırlı sistemle, özellikle insanlık âlemi üzerinden yine sonsuz
manalar ve varlıklar elde ediyor. Sonsuz olduğunu gösteriyor. Zaten kötülük dediğimiz şeyler
hep insanın ürünü.
d) Kur’an tekrarla: Allah her şeyin içindeki kudrettir (enerjidir), her şeyin içindeki bilgidir
(yazılımdır), her şeyde şehittir. Yani kendini yaşıyor. Diyor.
Evet, varlıkta sonsuz bir enerji ve sonsuz bir yazılım keşfedildiği gibi, kâinatta trilyonlarca
galaksinin varlığı da Allah’ın sonsuzluğunu gösteriyor. Çünkü O, bunlarla ve canlılar
dünyasındaki sonsuz yazılımlarla, sonsuz bir şekilde kendini (sonsuz varlığını ve sonsuz
isimlerinin gereğini) yaşıyor. (24. Mektup) (Şehit bir şeyi bizzat yaşayan demektir. Cephede
ölene de şehit diyoruz, çünkü kutsallığı ve o sonsuz manayı bizzat yaşıyor.)
e) Peygamberler zincirini anlattıktan sonra surenin sonunda onların davasını anlatan şu ayet
çok sarih ve açıktır. Bu sonsuzluğu dile getirmekte; şöyle ki:
“Sonsuz olan ve belli hikmetler için ikili sınırlı sistemi yaratan ve seni bu diyalektik yöntemle
yetiştiren Rabbin, sınırlı ve kötü olmaktan ve müşriklerin sınırlı bir Allah algısından çok
yücedir. O, izzetin (sonsuzluğun) sahibidir. Bu diyalektik sürecin hikmetlerini yaşayan bütün
peygamberlere selam (onların hayatlarındaki zıtları barıştırıp bir yapmak) olsun. Ve bütün
insanlara özgür bir irade vermekle bu diyalektik süreci de adeta sonsuz yapan Rabb’ül-
âlemine (insanların Rabbine) hamd olsun: (gerçek etkinlik, yetkinlik ve bununla elde edilen
övgüler) O’nundur.” (Saffat Suresi, Son Ayet)
Ayette geçen Rabb’ül-Âlemindeki âlemin, kadim tefsirlerin tercih ettiği birinci manaya göre,
her birisi bir âlem olan insanlar demektir. Yoksa galaksiler, bitkiler ve yıldızlar âlemleri gibi
âlemler değildir. Evet, Allah, insanoğluna özgür irade vermekle, insanlarda diyalektik
yetiştirme kuralını kurmakla, sonsuz bir şekilde varlık ve mana âlemlerini elde ediyor. Küçücük dünya bütün evrenden daha büyük oluyor. Bu sonsuzluk öyle önemlidir ki
insanlardaki sınırlı kötülükleri affettiriyor.
Demek aklı, bilimi ve karineli (ek belirtili) yorumu reddeden Muhaddislere bakarak, Asr- ı
Saadette bütün Sahabeler, eli, ayağı, baldırı olan, gökte tahtta oturan bir Allah’a inanıyordu,
diyen Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Tefsir Kürsüsü başkanı olduğu halde Kur’an’ı anlamamıştır.
Sahabe ve Asr-ı Saadete karşı çok büyük bir saygısızlıkta bulunmuştur.
Dördüncüsü: Allah ve Allah’ın isimleri sonsuz ise, biz insanların özgürlüğü nerede kaldı?
Diye her kafası çalışan sorar; merak eder. Buna karşı kâinattaki sonsuz düzeni gören Carl
Jung, özgürlük yok, mutlak determine bir durum var, dedi. Freud, her şey kaotiktir, insan
kendini tabiattan kopardığı nispette özgürdür, diye söyledi. Hümanist bazı materyalistler ise,
insan sonsuza dek özgürdür veya sonsuz özgür olmalı veya olacak diyorlar. Şimdi biz
inananlar nasıl yapmalı, diye Kur’an’ı inceledim; şu beş esas karşıma çıktı:
A) Kur’an insanın yaratılışı konusundaki İlahi iradeyi anlatırken şöyle diyor, Bakara, 30.
Ayette:
“Seni peygamberlik gibi bir görevle terbiye eden Rabbin, zaman üstünden meleklere dedi:
Ben dünyadaki bütün işlerimi kendisine bırakacağım bir halife (vekil) kılacağım. Özgürlükleri
olmayan melekler, biz kâinatı temiz tutuyoruz (tesbih) ve nimetlerle şenlendiriyoruz (hamd).
Sen kan dökecek, yeryüzünü bozacak birini mi kılacaksın? deyince Allah: Ey Âdem, bu
varlıkların isimlerini bu meleklere bildir, dedi. Âdem bildirince melekler Allah’ın sonsuz
hikmetini anladılar.”
Bu ayetin konumuz olan insan özgürlüğüyle ilgili mucizevi nüktelerini anlamak için şu beş
kelimeye dikkat gerekir:
1) Zaman üstü sonsuzdur, ama diyalektik dünya özgürdür. Çünkü bu sistemde, Allah’ın
iradesi ve İnsan iradesi diye bir diyalektik var. Evet, insan istemezse Allah ona peygamberlik
bile dayatmaz.
2) Vekil (halife) kelimesi, insanın yeryüzünde her şeye karışabilecek kadar özgürlüğünün var
olduğunu açıkça bildirir. Bir şartla eşyanın isimlerini bilirse. İsim bilmek eşyanın mahiyetini
anlamak demektir. Bu ise müspet fen ilimlerini bilmek manasına geliyor. Evet, insan, fenleri
kullanarak bütün dünyaya egemen olabilir. Demek dünya çapında dahi olsa özgürüz. Yeter ki
avam kalmayalım, ilimleri öğrenelim. İlimlerle tabiata egemen olalım. İlim insanı özgür kılar.
Yoksa her bilmediği şeyin kölesi olur.
3) Âdem kelimesi, başta diller ve dinler olmak üzere sonsuz soyut gerçekleri bilen insan
demektir. Yoksa daha önce beşer denilen ve bu soyut değerleri bilmeyen doğal yaşayan
insanlar var. Demek ne kadar soyut değerler öğrensek o kadar özgür oluruz.
4) Ayette, ben yaratacağım demiyor. Çünkü yaratma somut bir şeydir. Somut şeylerde ise
özgürlük olmaz. Ayet ilginç bir kelime seçimi ile ben kılacağım diyor. Kılmak ise soyut bir
kavramdır. Bu kelime bize der ki: İlmen sabit olduğu gibi, soyut değerlerde birçok sonsuz
olabilir. İki sonsuz soyut birbiriyle çelişmez. Demek insanın özgür iradesi, Allah’ın sonsuz
varlığına aykırı değildir. Bu kılmak kelimesi ayrıca der ki: İnsan iradesi beyninde somut,
yaratılmış bir yazılım değildir. Sonsuz bilgi-işlem hacmi sonucu ortaya çıkan ve formatı belli
olmayan soyutlama sayesinde olur.
5) Melekler, iki şeye dikkat çekiyorlar: İlahi Hikmet ve İlim. Demek insan, hikmet diye ifade
edilen ve eşyanın yararlarını inceleyen bilim dalı (düşünce ve felsefe) ile ve Allah’ın ilmi
demek olan yazılım (özellikle canlılar ve teknoloji dünyasındaki kısımlar) ile bu dünyevi özgürlüğünü dünya çapında kullanabilir. Özellikle yazılımlara müdahale ile özgürlüğünü
artırabilir. Demek işi kadere atmak avamın işidir. Onlara teselli yerine geçer. (26. Söz, Giriş)
B) Kur’an 18 yerde Allah’a şehit diyor. Şehit demek, varlığın üç ana damarı olan kudret
(enerji), ilim (yazılım) ve irade (gelişme) faaliyetinde bizzat kendisini yaşıyor. Dolayısıyla
doğada bu üç isim etkindir, doğanın özgürlüğü yoktur. Ama insanın tercihlerinde özellikle dini
seçmede ben size karışmıyorum; ben sadece şahidimdir, diyor. (3/81)
C) Kur’an, insanoğlunun bu özgürlüğüne karşı o kadar çok yığınak yapıyor ve o özgürlüğün
yanlış kullanımlarını o kadar çok kınıyor ki adeta insanı mutlak sorumlu tutuyor. Evet, insan
sorumludur, özellikle iki noktada:
1) Allah’ın evrende işlediği kanunlara karşı sorumludur. Dini emirler de bu kanunlara karşı
sorumlu olduğunun ifadesidirler. İnsanın o doğal kanunlara ayak uydurması için teşvik ve
uyarıdırlar. Onlardan başka anlatılanlar, din değildir. Dini anlamayan muhaddislerin
dayatmalarıdır.
2) Varlığı, soyut-somut, psikolojik-sosyolojik ve bilimlerin keşfettiği diğer yönleriyle tanımak,
bunun gereği olan şükür ve ibadetleri yapmaktır. Asıl görevi ve sorumluluğu bu tanımadır.
Tasavvufçular buna irfan diyor. İslam buna ibadet diyor. Evet, insanları ve cinleri ancak bana
ibadet etsinler, diye yarattım. (Zariyat, 56) ayetinin tasavvufi birinci manası beni tanısınlar,
şeklindedir. (İşarat’ül-İ’caz Tefsiri)
D) Bu ayetin ontolojik tefsiri ise şöyledir: “Kâinatta o kadar sonsuz bir kader, plan ve yazılım
egemendir ki, Allah bile ben yasalarımı değiştirmem, yasalarım beni bağlıyor, diyor. Ama
insanlar ve cinler özgürdürler, fakat ebedi yaşamak istiyorlarsa bana ibadet etsinler yani
benim o yazılım ve kaderime ayak uydursunlar, yoksa yok olurlar.”
Bu 56. ayet ayrıca işaret ediyor ki: Eğer insanlar ve cinler tam ibadet etseler, Allah’ın o
zaman üstü kaderini değiştirebilirler. Nitekim bir hadis bunu bildiriyor. Kulum bana o kadar
çok ibadet eder, yani sistemime o kadar çok ayak uydurur ki: Nihayet ben onun eli, kolu,
ayağı ve dili olurum. O ne istese onu yaparım. Bu sonuç ibadet ile gerçekleştiği gibi, insanın
fen bilimlerini tanıyıp kullanması ile de gerçekleşir.
(Sakın Muhaddislere kızıp bütün hadisleri devre dışı bırakmayın. Çünkü bu hadis gibi
içlerinde az da olsa önemli cevherler vardır.)
E) Allah size savaşı emretti ki bilsin, kimin iyi veya kötü olduğunu. (3/142,166,167) Hadid
suresinde de “Allah Peygamberleri ve demiri indirdi ki bilsin, kimin iyi olduğunu.” gibi ayetler
Kur’an’da geçiyor. Bu ayetlerin, Allah’ın ilminin sonsuz olduğunu anlatan Ayet’el-Kürsi ile
nasıl bağdaştığını şöyle çözdüm:
Allah’ın kudreti (enerji), ilmi (yazılım) ve iradesi (evrim süreci) bir bütündür, ayrılmaz bir
şekilde beraber tecelli ediyor. (Katre Risalesi). Ve Allah’ın ilmi tam yazılımdır. Evet, enerji de
yazılım da sonsuz gelişme (irade) de sonsuzdurlar. Onun için Ki Allah bilsin. (Al-i İmran),
Allah içinizdeki zaafı bildi. (Enfal), Allah ortağını bilmiyor. (Yunus) gibi ayetler var Kur’an’da.
Çünkü insanın özgür iradesini oluşturan soyutlama, yazılım sisteminde yok, çünkü insan
özgürdür. Dolayısıyla Allah, ben sizin tercihinizi bilmiyorum, diyor. Ve Allah ortağını bilmiyor,
diyor. Evet, sonsuz varlık sisteminde O’nun ortağı olacak bir varlık, bir yazılım yoktur. Çünkü
O'nun somut varlığı Hayy ve Kayyum olarak yani Biyoloji ve Fizik olarak vardır. O iki alanın
dışında bir varlık yoktur. Demek Kur’an en büyük Ontoloji kitabıdır. Nitekim sürekli olarak
Allah’ın kudret, ilim ve iradesinin sonsuzluğunu vurgulaması boşuna değildir. Onu Hz.
Muhammed’e indiren, ancak bütün varlığı gören bir göz olabilir.
Beşincisi: Gerçek İlahi ilim olan yazılımın mahiyeti:
Daha önceden yazdığım bir analizdir; şöyle ki: Bilgi ve Data Kavramı: Varlık, soyutuyla
somutuyla sonsuzdur. Ne fizikte ne de metafizikte, Kur’an’ın tabiri ile “Ne Yer(ler)de ne Göklerde”
yokluk diye bir şey yoktur. Fakat saf soyut ve saf somut olmadığından soyut varlığı bilgi dataları
temsil eder. Somut varlığı da enerji giydirilmiş yine bilgi dataları oluşturur.
Dindar-dinsiz, gerçeği keşfetmiş olan fizikçiler, saf soyut varlığa Hiçlik diyorlar. Tasavvuf ehlinin
çoğunluğu da bu sonsuz soyut varlığa yine Hiçlik demişler. İbn Sina O sonsuz soyut varlığa Allah
dedi; O’nu maddeden mücerret (Soyut) ve Vacibül- Vücud (Gerekli Varlık) diye tanımladı. O bu
boyutuyla hiçbir nitelik taşımaz. Çünkü nitelik somut varlıklar için kullanılır. Bu soyut sonsuz
Varlığın isimleri vardır. Bunlar kâinat diye bin-bir oluşum ve sayısız dosyalar olarak görünüyorlar. O
sonsuz olduğu için onun somut sistemi de sonsuzdur. Demek Allah’ın isimleri sonsuzdurlar. Evet, her
oluşum, her iş, her somut varlık O’nun bir ismidir.
Onun için Allah’ın isimleri sonsuzdur, denmiştir. Bunların üçü, çok esas olup bizim fizik-metafizik
evreni oluşturuyorlar. Kudret, ilim, irade; modern deyimle enerji, yazılım ve evrim.
Başta Bediüzzaman olmak üzere Kelamcılar Allah’ın isimlerini potansiyel özellikler olarak sayarken,
İbn Arabî, potansiyelliği tam gerçeklik olarak görmemiştir; Allah’ın asıl isimleri, soyut-somut
varlıklar olarak gerçekleşen kâinattaki sonsuz yazılımlar ve nesnelerdir; Arapça sözcükler ise, bu
gerçek isimlerin ismidirler, demiştir. Bu kısa nottan anlaşılan şudur: Biz, enerji, yazılım ve varlıklarda
saklı olan gelişme yönelimini yani kudret, ilim ve iradeyi (evrimi, gelişme meylini) anlasak hem
kâinatı hem bilimsel ve kader gibi birçok dinî söylemi ve Allah’ı anlamış oluruz.
Evet, varlık; enerji, yazılım ve evrimden (istek ve gelişme meylinden) oluşuyor. Enerji bütün
özellikleriyle fizikçiler tarafından yeteri kadar anlatılmıştır. Evrimi de ta Yunan kadim döneminden
beri birçok düşünür, onu anlamış; yani varlığın içinde gelişme meyli olduğunu gözlemlemiş ve yazıya
geçirmiştir.
Yazılıma gelince, Aristo 2300 yıl önce: “Eşya, Heyula ve Suretten oluşur.” dedi. Bugünkü tabir ile
eşya, enerji ve yazılımdan ibarettir, dedi. İnsanın ruhu ve kişiliği Formdan; bugünkü tabir ile
Yazılımdan oluşur, diye söyledi. O gün yazılımın mahiyeti ve teknolojisi bilinmiyordu. Fakat
nesneleri nesne yapan, insanları ruhlu yapan formdur, demesi, büyük bir keşiftir. Maalesef bu form
gerçeği, Ortaçağ bilginleri tarafından basit maddi bir şekil diye anlaşıldı, manası uçtu gitti.
Hâlbuki form giydirmek tam manasıyla yaratmak, demektir. Çünkü Arapçadaki halk etme, biçim ve
şekil verme demektir. Yoktan yaratma demek değildir. Yoktan yaratmanın ismi ise, ihtiradır.
Evet, Yazılım Allah’ın ilmidir. Soyut, somut hatta beynimizdeki gizli niyet dataları dahi, her şey
yazılımdır. Yani Allah, şey denilen bütün nesneleri, niyetleri ve elektronları dahi biliyor.
Kâinat, enerji malzemesi dışında bu yazılım ile atom, hücre, yıldız, ekoloji ve saire varlıklar oluyor.
Malzeme Allah’ın kudreti, yazılım Allah’ın ilmi, gelişme süreci Allah’ın iradesi. Said Nursi bu üç
isim için bin sayfa yer ayırmıştır. Kâinattaki en temel nitelik ilim ve yazılımdır. Onun için İbn Arabî,
Allah’ın en büyük ismi ilimdir. Ve diğer bütün nitelikler (isimler) ilme sığınmışlar, sen olmazsan biz
var olamayız, dediklerini keşfen görmüştür. Evet, her isim bir dosya olduğu için kişilikleri ve
konuşmaları söz konusudur. Nitekim yazılım ve ilim olmazsa varoluş asla gerçekleşmez. Evren bir
enerji yığını olarak kalır.
Evet, Allah’ın Öz Varlığı ilim ve yazılımdır; ruhun mahiyeti, enerji giydirilmiş yazılımdır. Üç milyar
yıllık bilgileri kendinde toplayan DNA, bir yazılımd