Piyasalar

Yahudilerin Özgeçmişi ve İsrail Devleti

Punto:

Üzerine Bazı Mülahazalar

Kültürlü ve girişimci insan demek olan Homosapiens insan neslinin yaşı, yaklaşık 150 ila 200
bin senedir. Bunun çoğu hayvandır ve çıplak olarak yaşamıştır. Avcı-toplayıcı olarak
geçinmiştir. Son elli bin senesinde dil ve konuşma varsa da asıl medeniyet ve dillerin gelişimi
buzul çağından sonradır. Tevrat’ın mucizevi yani tam doğru olarak bildirdiği üzere bu yeni
gelişmeler Mezopotamya’da olmuştur. Göbekli Tepe, Sümer ve üçüncü adımda Akad
İmparatorluğu… Yahudiler, Akad İmparatorluğunu oluşturan beş koldan bir koldurlar.
Diğerleri; Asurlular, Araplar, Aramiler, Elamlılar (Kürtler) ve Gutiler. Bu bilgiyi Arkeolojik
verilerden ziyade bu beş kolun dillerinin ve alfabelerinin ortaklığından anlıyoruz. Elamlılar,
İmparatorluğun emri altına tam girmedikleri için, onlarda alfabe oluşmamıştır. Fakat Akatça
bir metin olan Gılgamış Destanında çok Kürtçe kelime görebiliyoruz. Yani sizin bileceğiniz,
Yahudi Tarihi Milattan iki bin sene öncesine dayanır. Ve çoğu da göçebe olarak
yaşamışlardır. İbrani, göçebe demektir. Fakat Babil sürgününde Ezra, Akadların bütün dini
birikimini alıp vahiy ile onu Tevrat diye yazıya geçirdi. Asıl Yahudi tarihi, kimliği ve
milliyeti bununla başlıyor. Yahudiler Ezra Peygamber’i ikinci Musa olarak kabul ediyorlar.
Hulasa: Yahudilerin kendi ataları diye bildiği Adem'den Ezra’ya kadarki zincirleme nesiller,
aslında sadece Yahudilerin değil de bütün medeni insanlığın atalarıdırlar. Daha doğrusu
İbrahim ve Musa da dahil bunların hiçbiri tarih değiller. Bütün zamanlara bakan kollektif ve
arketip kişiliklerdir. Mesela: İbrahim, birbirine zıt diyalektik yapıları yaşayan ve onları orta
çizgide birleştirerek kaliteyi elde eden kişi demektir. Musa, yasa (Risalet) nehri veya
tıkanmayı önleyen ustura demektir. Harun, yumuşak davranan mistisizm (Velayet) demektir.
Ve mesela: Medeniyet tarihi olan son on iki bin yıl boyunca Mitolojik dil, insanlığın sekiz bin
yıllık din, bilim, felsefe, edebiyat ve halk hikayelerini kaydetmiştir. Nihayet M.Ö. 700’li
yıllarda Felsefe ve Bilim, Mitolojiden ayrılmış, dini birikim ise Ezra Peygamber tarafından
yazıya geçirilmiştir. Bu dinî mitolojik dilden şu pasaja bir bakın.
Tevrat Tekvin Kitabından Bir Analiz: Diyalektik süreç ile kaliteyi getiren İbrahim’den
sonra İshak (gülen ve mutlu insanlık) ikiz çocuk sahibi oldu: Esav (üzüntü verici, kıllı, siyah
ve evrimleşmemiş insan modeli). Bunun diğer ismi Edom (deri rengi kırmızıya kaçan). İkinci
çocuğun ismi ise, Yakup (belli bir hedefi takip eden beyaz insan.) Yakup, Allah ile güreşip
onu yeniyor. Yani beyaz insan, Allah’ın koyduğu açlık ve hastalık gibi yasaları yeniyor.
Bunun üzerine İsrail (Allah ile güreşen) ismini alıyor. (Tekvin, bap 25-32) Yakub’un (çilekeş
insanlığın) 12 oğlu oluyor. (İnsanlığın 12 ana milleti). Biri Yehuda (dindar, medeni Yahudi
milleti) diğeri Yusuf (Araplar… Yusuf kelimesi vasıflı güzel demektir, Arap kelimesi de
güzel demektir). Bünyamin (Kurt Oğlu) Yusuf’un kardeşidir. Türkler manasındadır. Hulasa:
Tevrat’ta Babil Sürgünü öncesi kısımlarında hiçbir tarihî bilgi yoktur. Tevrat, arketipal
kavramlar ve kollektif şahsiyetlerdir. Tevrat da Mucizedir kitabımın içinde bu gibi çok
analizleri görebilirsiniz.

Başta Arkeoloji, Antropoloji ve Biyoloji özellikle genetik bilimi olmak üzere birçok bilim
dalı, bu metinleri böyle okumamızı ve anlamamızı söylüyor. Tersi ise bu kutsal metinleri
bilimlerle çelişen on bin problem haline getirir. Onun için haksız olarak bugünkü İsrail
devletinde nüfusun yüzde yetmişi ateisttir. Yahudi bilim adamları yüzde doksan agnostiktir.
Yahudileri dünyadan silmeyi düşünen Siyasal İslamcıların dikkatine arz ediyorum, bu
noktayı.
M. Ö. Yaklaşık sekizyüzlü yıllarda Yahudiler, göçebeliği bırakıp şimdiki Filistin’de iki krallık
kurdular. Güneyde Yehuda Krallığı, kuzeyde İsrail Krallığı. 560’da Akatların devamı olan
Babil Kralı, Yahudi krallıklarına son verip onları Babil’e sürgün etti. Babil kralının ismi
Bohtun-Nasır'dir. Bu kelime de Zaferin Oğlu demektir.
Yine yeniden insanlığın başının tarihine bakalım. Belgelerle görüyoruz ki 12 bin yıl önce
insanlar, hayvanlara tapmak demek olan Totemizmi yaşamışlardır. Daha önce, her varlığa
tanrı nazarı ile bakan Natüralizm vardı. Yani Totemizmden önce insanlar tabiata tapıyordu.
Her şeyi kutsal görüyordu. Onun için Orta Doğu insanı eşyanın isimlerinin başına, Tanrı
demek olan El kelimesini getiriyordu. Başka yörede gelişen Hind-Aryen dilleri ise, yine Tanrı
demek olan The kelimesini getiriyordu.
İşte insanlığı hayvanlıktan ve vahşetten kurtaran diller ve bu basit inançlar, bir müddet sonra
insanlığı kavgaya ve akla aykırı davranmaya itti. Varlığı özellikle insanlığı evrimleşmek üzere
yaratan Allah bu sefer Peygamberler gönderdi. Yani Allah insan kimyasını geliştirmek için
din faktörünü içlerine koydu. Dolayısıyla bazıları çok yükseldi, bazıları çok kaybetti. Daha
önce Allah insan evrimini tetiklemek için buzul gibi belaları verirken, bu sefer imtihan;
hukuk, din ve sonsuzluğu anlamak olarak geldi. Ve bu imtihanı başarı ile veren ilk millet
Yahudilerdir. Bizzat Yahudi kelimesi, doğru yolu bulan demektir. Onlarda Allah’ın asıl adı
Yahwe'dir. Yani ey sonsuz olan. Çok ilginçtir ki; sonsuzluğu ve imanı anladıktan sonra,
isimleri artık Yahudi değil de İsrail Oğullarıdır. İsrail Oğulları Allah’ın koyduğu fakirlik,
hastalık gibi yasaları yenen imanlı ve medeni millet demektir. Tevrat’tan anlaşıldığı üzere
tarihte önce Yahudiler, sonra Araplar, sonra Osmanlılar ve şimdi de Avrupa bu kavramı
yaşıyor. Bu kavram bir özel isim değildir, Müslümanlık Hristiyanlık gibi bir sıfattır.
Tarihte Yahudiler birçok soykırım yaşamışsa da ikisi çok önemlidir. Biri, İsa’dan sonra
Miladi yetmiş yılında Roma tarafından, bütün evleri yıkılıp her bir ailenin dünyanın bir
memleketine sürgün edilmeleridir. İsa bir Yahudi idi ve başta inanıyordu ki sadece Yahudileri
(Beni İsrail’i) kurtarsam bütün insanlık kurtulacaktır, diye başka kimseye dini anlatmıyordu.
Sonra gördü ki bütün milletler artık Beni İsrail olmuşlardır, dolayısıyla 12 havarisini dünyanın
12 bölgesine gönderdi. (Matta İncili). Yahudiler İsa’ya çok çektirdiler, nihayet onun
bedduasını aldılar.
Yahudilerin ikinci sürgünü ve katliamı, Medine’de Hz. Muhammed döneminde oldu. Hz.
Muhammed Medine’ye geldiğinde, onlarla anlaşarak ve onları da eşit vatandaş kabul ederek
bir anayasa yaptı. Ama dört-beş sefer Yahudiler o anayasayı çiğnediler. Kur’an’ın onlardan
beklediği, kendi eski Beni İsrail anlayışıyla inanıp dinler arası ayrım yapmadan yaşamaları
idi. Fakat o kadar Tevrat’tan kopmuşlardı ki: Allah fakirdir, biz zenginiz diyebildiler. (Al-i
İmran Suresi). Bunun üzerine Hz. Muhammed üç savaştan sonra onları Suriye’ye sürgün etti.                                                                         Bu sürgünü ve gerekçesini anlatan 59. Sureden anlaşılan şudur: Kur’an’ın onlardan beklediği,
onların ahlaklı ve ilkeli yaşamaları; Allah’a tam ve sonsuz olarak inanmalarıdır. Bundan
başka hiçbir amaç yoktur. Çünkü Hz. Muhammed onlara Beni İsrail olarak çok değer
veriyordu ve bir tek alimlerinin şahitliğini bütün dünya şahitliğine denk tutuyordu. Şöyle ki:
“Kesin bir şekilde biz Musa’ya kitap (Tevrat’ı) verdik. (Bununla varlık ve hayatın anlamsız ve
absürt olmadığı anlaşıldı.) Bunu insanlığın tamamında yerleştirmek için ondan sonra peş
peşe nice elçiler gönderdik. Yetmedi, İsa İbn Meryem’e açık mucizeler verdik. Onu kutsal Ruh
ile destekledik. Artık ilkel nefislerinizin arzusuna uymayan her bir elçi geldiğinde, ona itaat
edeceğinize büyüklük tasladınız: Bir kısmını yalanlıyor diğer bir kısmını da öldürüyorsunuz.”
(2/78)
Burada Yahudileri kastettiği çok açık. Evet, Yahudiler çok kibirlilik tasladıklarından, aynen
Şeytan gibi beş temel noktada yanılıyorlar.
A) Tevrat’ı tarih sanıyorlar. Halbuki Tevrat’ta asla Tarih yoktur. Her ayeti bir kanun-u külli-i
meşhuttur. Evrensel ve gözle görülen bir yasadır.
B) Yahudiler, Tevrat’ta geçen zincirleme nesilleri tarih sanınca kendilerini en asil ırk sandılar.
Kibirlendiler de kibirlendiler. C) Bundan dolayı, İsa’nın somut mucizelerini bile göremediler.
D) İsa’nın her zamana uyarlanabilen dinini ve Mesihliğini inkâr ettiler. Dolayısıyla insanlık
aleminde çok küçük bir azınlık olarak kaldılar.
E) Nitekim akılsız maymunlar gibi olup, başta İsa olmak üzere diğer bütün peygamberleri ya
öldürdüler veya yalanladılar. Artık kibirlenmenin ne kadar büyük bir kayıp olduğunu buradan
anlayın.
Sakın bütün Yahudileri böyle görmeyin. Dört bin yıldır, Tevrat’ı insanlığa taşıyan ve
Kur’an’ın deyimiyle bilimde kök salmış alim nesilleri de var. Kur’an, onların bir tek aliminin
bile şahitliğini, bütün insanlık şahitliği kadar önemli tutuyor.
“Fakat o Yahudilerden ilimde kök salmış olanlar, sana ve senden önceki peygamberlere inen
vahiylere inananlar, namaz kılanlar ve zekât verenler (kişisel ve toplumsal dengede olanlar),
Allah’a ve ahirete (varlığın ve hayatın sonsuzluğuna) inananlar; işte bu beş gruba dünyada
da ahirette de Allah çok büyük bir ücret verecektir. (Nitekim bugün dünyayı onlar yönetiyor.)
(4/162)
Müslümanlar ise, en büyük peygamber bizim peygamberimizdir, tek kurtarıcı din İslam
dinidir, Cemaatimiz tek iyi cemaattir gibi yanılgılarla kibre girip bugün sefalet ve cehalet
cehenneminde kıvranıyorlar. Çünkü diyalektiği ve dolayısıyla ilimleri terk etmekle, insanlık
seviyesinden bile daha aşağı oldular.
Siyasal İslamcılar, bilginin bir kısmını alıp diğer kısmını inkâr ederek Yahudileşmesinler.
İslam Dünyası, ancak Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde Beni İsrail olabilmiştir. Ve İslamcılar
Tevrat hakkında, hep Yahudileri övüyor diye kötü düşünmesinler. Çünkü Tevrat’ta
Yahudileri kınayan bölümler, öven bölümlerden tam dört kat daha fazladır. Şimdiki İsrail
devleti nüfusu yüzde yetmiş agnostik ve ateist de olsa, İsrail’de, geri kalmışlığın ve
putperestliğin bir ifadesi olan bir tane heykel yoktur. Demokrasileri ve ekonomileri tam
oturmuş. Tek beklentileri, Arapların onları tanımasıdır. Galiba hala bizim ders alacağımız çok
bilgi ve teknoloji var, İsrail’de.

Anlaşılan aşağıda okuyacağımız Haşir Suresinde Kur’an’ın onlara ders verdiği ahlak ve
sonsuzluk inancına bizler daha çok muhtacız.

İslam Nedir? Ne Yaptı?
ve Ne Yapmak İstiyor?

Bu üç soruyu bir surenin tefsiri çerçevesinde cevaplamaya çalışacağız. Sure çerçevesi
diyorum. Çünkü Kur’an’ın birçok suresinin ana konusu, İslam Dini Nedir, sorusunu
cevaplamaktır. Bunlar içinde ikisi çok açıktır. 2. sırada olan Bakara ve 61. sırada olan Saff
sureleri. Bu iki sureyi birçok makalemde ve Kur’an’ın Evrenselliği 1-2 isimli tefsirimde
gücüm nispetinde tefsir etmişim.
Burada bu üç soruyu yine 59. sure olan Haşir suresi çerçevesinde cevaplayacağız. Bu tespit ile
beraber; Bediüzzaman’ın, Kur’an’ın dört ana konusu var: Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve (İslam
yani barıştırmak ve dengelemek demek olan) Adalet. Her bir surede biri önde ve birinci konu
olur; diğerleri 2., 3. ve 4. sırada kalır, 1 mealindeki tespitini hatırlatmakta fayda var.
59. sırada olan Haşir suresinde birinci maksat ve konu, adalettir. Adalet, dengelemek
demektir. Alacaklı ile verecekliyi, zalim ile mazlumu, haklı ile haksızı dengelediği için
mahkeme sistemine de adalet denilir. Kısaca olumlu manada ihkak-ı hak (hakkın yerine
getirilmesi) ile ifade edilir.
Evet, İslam zıtların barıştırılması ve dengelenmesi demektir. Aşırı uçları orta yolda
dengelemek demektir. Varlığa, hayata ve topluma bahar mevsimini getirmek demektir.
Hulasa: İslam zıtları ortadan kaldırmak demek olmadığı gibi; diğer semavî dinleri de
kaldırmaya gelmemiştir. Onları dengelemeye gelmiştir.
Bu satırları yazarken gayem siyaset yapmak değildir. Gayem, konumuz ile ilgili olan bu 59.
surenin mucizevî dizaynını 2 göstermektir. İnsanlığa sükûnet ve huzur getirmektir. Maalesef
günlük siyaset, hem bu huzur ve sükûneti gidermiş; hem yüce mucizevî değerlerin
görünmesine ve yaşanmasına engel olmuş; hem Kur’an’ın sağlıklı anlaşılmasının önünü
tıkamıştır. Her ne ise bir an önce surenin tefsirine geçelim de bir nefes almaya çalışalım. İşte:
1. Ayet: Göklerdeki ve yerdeki her şey, Allah’ın kusurlardan nezih olduğunu ve kutsallığını
ilan ediyor. Allah azizdir (çok güçlüdür, sonsuzdur) ve hakîmdir (her şeyi yerli yerinde
yapandır. O; kusurlu, haksız hiçbir şey yapmaz. Göreceli bir kötülük olmuşsa bu ondan
değildir, eşyanın sınırlı yapısındandır.)
Ayetin Kelimeleri:
a) Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah için tesbih ediyor.

1 Muhakemat, 1. Mukaddime; İşaratül’İ’caz, Fatiha Tefsiri
2 Belagat ilminde nazm-ı maani, ayetlerin birbiriyle ve cümlelerin kendi aralarında olan üstün mucizevî
bağlantıları ve konuya her yönüyle uygun kelime seçimleri demektir. Bu mucizevî yapı, bize hem dinin
mahiyetini hem İslamiyet’i hem varlık ve hayatı hem tarihi çok net olarak gösterecektir; var olduğumuza ve
yaşadığımıza pişman değil belki bizi memnun ve şükreden kılacaktır.

Tesbih kelimesi, etimolojik olarak duru suda yüzmek demektir. Deyim olarak, her şeyin
Allah’ın emrine olumlu cevap vermesi; onun aşkınlığını ve yüceliğini idrak etmesi manasında
kullanılır. Tesbih, Allah’ı münezzeh bilmektir. Bu ise, onun aşkınlığını ve sonsuzluğunu
anlamak manasına gelir. Bu ise, onun sisteminde kirli ve çirkin hiçbir şeyin var olmadığına
inanmak demektir.
Evet, göklerin (metafizik âlemlerin) yerden (somut varlık âleminden) daha çok ve daha
önemli olduğunu eğer bilirsek; her şey ve her nesnenin yüksek bir bilinç içeren bir dosya
olduğunu anlarsak; bu dosyaların Allah’ın (sonsuz aşkın iradenin) emrine göre hareket ettiğini
görürsek bizim için de varoluş ve hayat, duru suda yıkanmak kadar güzel, berrak, faydalı ve
lezzetli olur.
b) “Aziz ve Hakîm sadece o Allah’tır.”
Yani o, sonsuz olduğu ve sonsuz güç sahibi olarak iş yaptığı halde; belli amaçlar ve hikmetler
için dar ve zor bir çerçevede somut yaradılışta bulunur. Yahudiler dindar bir toplum oldukları
halde, bu hikmetli diyalektiği ve sonsuzluğu anlamadıkları için bakın başlarına neler geldi: 3
2. Ayet: Kitap ehlinden (Muhammed’in Peygamberliğini) inkâr edenleri, ilk sürgünde (ilk
haşirde) memleketlerinden çıkartan O’dur. Onların (oradan) çıkacağını hiç sanmazdınız.
Onlar da kalelerinin Allah’a karşı kendilerini koruyacağını sandılar. Allah’ın (azabı) hiç
ummadıkları bir yerden başlarına geldi. Allah, onların kalbine korku koydu. Evlerini kendi
elleriyle ve Müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. İşte ey göz sahipleri, ibret alınız!
Ayetin Kelimeleri
a) Ehl-i kitap olan Yahudilerden İslam’ı inkâr edenleri evlerinden çıkaran sadece o Aziz ve
Hakîm olan Allah’tır.
Çünkü İslam Yahudiliği kaldırmaya gelmemiş idi. İslam Medine’ye gelince Yahudilerle her
yönüyle eşit şartlarda bir anlaşma yaptı. Ayet, sadece Allah’tır onları çıkaran diyor. Çünkü
Müslümanların zahirde böyle bir gücü yoktu.
Yahudilerin Allah’ın tokadını yemelerinin bir sebebi de İslam'ın hakkaniyetini gördükleri
halde onu inkâr etmeleri idi. Sadece biz cennete gireceğiz, şeklindeki bencilce ve Allah’ın
sonsuzluğunu örten ahlaksızca kıskançlıkları idi. Bu ahlaksızlıklarından dolayı Mekke
müşriklerini takvalı Müslümanlara tercih etmişler idi. Ayette geçen ellezine keferu (İslam’ı
inkâr edenler) deyimi, bu noktayı vurgu içindir. Yoksa İslam'ın Yahudilik ile bir sorunu
olmaz.
b) Ehl-i kitap deyimi, o günün Yahudilerini suçlu yapar. Onlar için bir övgü değildir. Der ki,
bunlar, dini biliyor olmalarına rağmen yanlış yaptılar. Müşriklerden daha çok ceza çektiler.
c) Min diyarihim kelimesi, evlerinden ve yurtlarından demektir. Diyar darın çoğuludur, Dar
ise hem ev hem yurt manasına gelir.

3 Evet, insanları en çok yoran bir durum da dini (diyalektikle beraber sonsuzluğu ve evrenselliği) tam yaşamayan
dindarların sefil halleridir. Bunlar madem dindarlar, neden bu durumdalar sorusudur. İşte bu ayetler mucizevî
dizaynları ile ve açıklamalarda göreceğiniz gibi kelime seçimleri ile bunun cevabını bize açıklıyor.

d) Li-evvel’il-haşri (ilk haşir için). Bu söz meşhur Yahudi inancı olan Filistin ve Suriye’de
haşir meydanı kurulacak şeklindeki meseleye bir göndermedir.
İbn Abbas, bu ayete dayanarak bu inancı kabul ediyor. (Nesefi). Orta Doğu birçok dirilişin
meydanı olmuştur: İlk medeniyetler buradan dirilmiş; ilk nüfus patlaması buradan olmuş:
Avrupa medeniyetinin kurucusu olan Hıristiyan ve Yahudi dinleri buradan çıkmıştır. Evvel’il-
haşir tabiri haşrin başı manasına da gelir. Nitekim Bediüzzaman, Şam (Suriye) bölgesi haşir
meydanının çekirdeği olacaktır, diyor. (10. Mektup)
e) Bu 2. ayetin son cümleleri bize diyor ki: İman, evrensellik ve sonsuzluk algısı gibi değerler
olmadan kaleler, silahlar işe yaramaz. Çünkü asıl olan mana ve özdür.
f) Onun için ayet, her şeyi göze göre değerlendirenlere diyor ki; Ey göz sahipleri ibret alınız.
Her şeyi göze göre değerlendirmeyiniz. Maddeden ve somuttan, manaya ve soyut sonsuz
değerlere ubûr ediniz: geçiniz.
İşin özünü tam merak edenlere ise 3. ayet cevap veriyor:
3. Ayet: Evet eğer Allah o Yahudiler için bu sürgünü yazmış olmasaydı; onlar dünyada daha
çok azap çekeceklerdi. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
Çünkü sonsuzluğu anlamayan; bencilliğini ve kıskançlığını yenemeyenler dünyada rezil
olurlar. Allah’ı ve dinî değerleri sonsuz olarak bilmedikleri için de ahirette (soyut mana
âleminde) korku ve üzüntü azabını çekerler. Cennetten daha lezzetli olan sonsuz bir bilinci
tadamazlar.
[Maalesef bugün için Müslümanlar da Yahudiler gibi olmuşlardır. Sonsuzluğu anlamıyorlar.
Bencilce, sadece biz cennete gireceğiz diyorlar ki; başlarına birçok savaşın ateşi yağıyor.]
4. Ayet: Çünkü onlar, Allah’a ve Elçisi’ne karşı geldiler. Artık kim Allah’a karşı gelirse,
bilsin ki Allah’ın getireceği sonuç çok şiddetlidir. Yani Allah’ın ağır azabı çok şiddetlidir.
Ayet diyor ki: Çünkü Yahudiler de bugünkü Müslümanlar da Allah’a (sonsuzluğa) ve
Resulüne (diyalektik süreci dengeleyen elçisine) muhalefet ettiler. Evet, sonsuzluğa ve sonsuz
değerlere muhalefet edenler, diyalektik süreci dengeleyemedikleri gibi; sonsuzluk gibi
değerleri de kaybederler. Bunu kaybetmenin sonucu ise çok şiddetli olur.
5. Ayet: Hurma ağaçlarından bir miktar kesmeniz veya onları kökleri üzerinde sabit
bırakmanız, Allah’ın izniyledir. Ve Allah’ın, (yasaları çiğneyen) o fasıkları rezil etmesi
içindir.
Ayette zahiren Müslümanların eliyle Yahudilere verilen ceza anlatılıyor; şiddetli sonucun bir
numunesi gösteriliyor. Fakat hitap bütün insanlığadır. Ayet diyor ki:
İster Yahudi ister Hıristiyan ister Müslüman ister Budist kim olursa olsun; sonsuzluk ve
diyalektik zıtları dengelemek gibi yasaları çiğneyenler (fasıklar), önce başka insanların eliyle
cezalandırılırlar. Sonra Allah tarafından cezalandırılırlar; rezil-rüsva olurlar.
6. Ayet: Allah’ın onlardan elçisine ganimet (fey’) olarak bıraktırdığı mallar ise; siz onun
üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah, peygamberlerini istediğinin üzerine
musallat eder. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.

Fey’, savaşsız ele geçirilen mallar özellikle gayr-ı menkullerdir. Bunlar Resulündür. Yani
toplumsal müesseselere ve vakıflara bırakılır. Ganimet olarak paylaşılmaz. Aslında Enfal
suresinden anlaşılan, savaş ile de olsa, gayr-ı menkullerin ganimet olarak
paylaşılamayacağıdır.
Hulasa: Yani İslam dininin birinci amacı ganimet değildir. Önemli olan, Allah’ın
sonsuzluğunu; her şeye gücünün yettiğini bilmektir. Dinin imtihan için olduğunu anlamaktır.
Nitekim bir şeye din ve imtihan girdiği zaman onda tabakalar oluştuğu gibi; Müslümanlar da
bu imtihan işlemi dışında olmadıklarını bilmelidir.
Evet, İslam dininin amacı ganimetler değildir. Fakat İslam, insanlığı helakete götüren bütün
servetin bazı ellerde kalmasına da karşıdır. İşte size mealden 7. ve 8. ayetler:
7. Ayet: Allah’ın, köy ve kasabaların ahalisinden savaşsız olarak Peygamberi’ne sağlattığı
mallar, Allah’a (kamu işlerine), O’nun elçisine, yetimlere, miskinlere ve yolculara taksim
edilir. Ki içinizden sadece zenginlerin arasında dolaşan bir mal olarak kalmasın. (*) Artık
Resulullah size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa da ondan elinizi çekin. Ve Allah’ın
yasalarını çiğnemekten sakının. Şüphesiz Allah’ın getireceği sonuç çok şiddetlidir. Yani
Allah’ın azabı çok şiddetlidir.
(*) Veya zenginler arasında dolaşan, tasallut ve tahakküm aracı olmasın.
7. Ayetin Kelime ve Cümleleri
a) Hiçbir savaş ve iş gücü harcamadan Allah’ın peygamberin eline geçirttiği mallar, öncelikli
olarak Allah’ındır. Yani kamunundur. İkinci olarak peygamberindir (yani dinî işlere harcanır).
Ve peygamber yakınlarınındır (yani kendini dine adamış insanlarındır); 4 bakımları toplumun
uhdesinde olan yetimler içindir ve miskinler içindir (iş bulamayanların ve
çalışamayanlarındır) ve yolda kalmış çaresiz insanlarındır.
b) Ki servet sadece zenginlerin elinde dolaşan bir meta olmasın. Demek İslam mülkiyete izin
verir. Fakat bedavacılığa izin vermez.
c) Yani: Peygamberin (denge dini olan İslam’ın) size izin verdiği kadarını alın, kullanın; size
yasakladığından da vazgeçin.
Bu meşhur cümlenin bağlamı bu iken maalesef ehl-i hadis, bu cümleyi hadisin Kur’an’a
ilaveten ikinci bir kaynak olduğuna delil yapmıştır. Hâlbuki ayette açıkça görüldüğü üzere
cümlenin bağlamı bu değildir.
d) Demek gerek mal ve mülk konusunda ve gerek epistemolojik konularda, Allah’ın yasalarını
çiğnemekten kendinizi koruyun. Bilin ki Allah’ın yarattığı sonuçlar çok şiddetli olur.
e) Bu cümle 4. ayette de geçti. Bu dizayn bize diyor ki: Diyalektik süreci bilmeyenlere ve
ondaki zıtları dengelemeyenlere ve insana bunu sağlayan sonsuzluğu anlamayanlara Allah’ın

4 Ehl-i Beytten olmak, manevi yakınlık ve manevi bir makamdır. Ehl-i Beyt kavramı sırf kan bağına bağlı bir şey
değildir.verdiği azap çok şiddetli olduğu gibi; bu prensip ve ölçüleri, mal ve mülk konusunda da
uygulamayanlara Allah’ın vereceği azap çok şiddetli olur.
Bu ayetin tefsirini yazdığım saatlerde ajanslar çok önemli bir haberi flaş olarak verdiler.
Dünyada zenginlik ve kaynak dağılımı son otuz yılın en kötü durumundadır, diye hem yerel
TV’ler hem yabancı TV’ler raporlar yayınladılar.
8. Ayetin Kelime ve Cümleleri
İslam dini diyalektik süreci dengelediği için ve sonsuzluğa dayandığı için fakirliği de
zenginliği de en üstün değerler olarak kullanmış; insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan
Sahabe denilen bir nesil yetiştirmiştir. Sahabeler üç gruptur.
Muhacirler, Ensar ve Diğerleri. 8. ayet, Muhacirlerin mahiyetini; 9. ayet, Ensar’ın
mahiyetini; 10. ayet ise diğer Sahabilerin mahiyetini anlatıyor. Bu üç ayet, İslamiyet ne yaptı,
sorusunun cevabıdır. Şöyle ki:
8. Ayet: İş gücü harcamadan ele geçen mallar, o muhtaçlar içindir ki; Medine’ye göç
etmişler. Evlerinden yurtlarından ve malları içinden sürgün edilmişler. (Bu şekilde gerçek
manada muhacir ismini hak etmişlerdir.) Onların iki amacı var. Birincisi Allah’tan, fazilet ve
üstünlük kazanmak ve onun rızasına erişmek istiyorlar. İkincisi Allah’a ve onun elçisine
yardım ediyorlar. Göç ve fakirlik gibi sıkıntılara rağmen varlıkta ve hayatta hakikat vardır;
hayat anlamsız değildir diyen sadıklar bunlardır.
[Sıdk; tam doğru olmak, doğruyu dile getirmek demektir. Etimolojik manası, tam isabet
etmek manasına gelir. Evet, varlık ve hayat anlamlıdır, hakikattir diyebilmek, en büyük
doğruluktur; tam isabettir.]
Ensar’ın tarifi ise: 9. Ayet: “Ensar, Muhacirler kendilerine gelmeden önce ev sahibi olup
iman edenlerdir. Kendilerine gelen muhacirleri severler. Verdiklerinden dolayı kendi
gönüllerinde bir sıkıntı hissetmezler. Kendileri daha çok muhtaç da olsalar; başkalarını
kendilerine tercih ederler. Demek kim nefsinin bencilliğini ve cimriliğini yenerse, onlar
gerçekten kurtuluşa ererler.
Ensar ve Muhacirlerin dışındaki diğer Sahabilerin tarifi:
10. Ayet: Ensar ve Muhacirlerden sonra gelenler derler ki: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden
önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Ey Rabbimiz! İnananlara karşı kalbimize bir kin koyma.
Şüphesiz sen, çok şefkat eden ve çok acıyansın.
[Bu 10. ayet, Sahabilerin bir kısım yanlışlarının olacağını; fakat bağışlanacaklarını bildirdiği
gibi, Sahabeye dil uzatan Şiilere de iyi bir cevaptır. Evet, peygamberlerden başka kimse
masum olamıyor. Fakat önemli olan insanların iyiliklerinin yanlışlarından fazla olmasıdır;
mağfireti hak etmeleridir. Fetih suresi 29. ayete bakılabilir.]
Bu üç grup insanın dışında kalan o günün diğer insanlarının değeri ve karakteri ise şöyle
oldu: 5

5 Bu durum, insan gibi değerli bir varlık için gerçekten utanç verici bir şeydir.

11. Ayet: O münafıkları görmedin mi? Ehl-i kitaptan olan, (Peygamber’i) inkâr eden
kardeşlerine: ‘Eğer siz sürülürseniz, biz de sizinle beraber çıkarız. Ve sizin aleyhinize olarak
hiç kimseye itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşırlarsa, size yardım ederiz’ derler. Allah da
şahittir ki; onlar yalan söylüyorlar.
12. Ayet: Kesinlikle, eğer o ehl-i kitap sürülürse, o münafıklar onlarla beraber çıkmazlar.
Eğer o ehl-i kitapla savaşılırsa da onlar yardım etmezler. Yardım etseler de sırt çevirip
kaçarlar. Sonra kendilerine asla yardım olunmayacaktır.
[11-17. Ayette; ikiyüzlülük, şefkatsizlik, aldatma, münafıklık, korku, bencillik ve aşağılık
olma gibi 7 önemli ahlaki düşüş sayılıyor. Bu ayetler, bu sefil karakterleri; 8, 9 ve 10.
ayetlerde geçen doğruluk, yerleşmişlik, iman, feragat, bağışlanma, kin gütmeme ve gerçek
manada kardeşlik değerleriyle karşılaştırıyor. 13. ayette özellikle korku ve bunun sonucu olan
anlayışsızlık tarif ediliyor. Mealden takip edelim:]
13. Ayet: Gerçekten onlar gönüllerinde, Allah’tan daha çok sizden korkuyorlar. Çünkü onlar,
anlamayan bir toplumdurlar.
14. Ayet: Onlar toplu olarak ancak kaleli şehirlerde veya surlar arkasında sizinle savaşırlar.
İçlerindeki bela ve çelişme çok şiddetlidir. Onları birlik sanırsın, hâlbuki kalpleri dağınıktır.
Çünkü onlar, akıl etmeyen bir toplumdurlar.
14. ayet, bütün ahlakî zaafların kaynağı olan bencilliği ve başta akılsızlık ve anlayışsızlık
olmak üzere bunun sonucu olan kötü akıbetleri anlatıyor. Bu 14. ayette onları bir sanırsın
ama onların kalpleri dağınıktır, cümlesinin sayısal değeri 1929 ediyor. Bu tarihte küfür âlemi
bir görünüyor. Ama gerçek öyle değildi ki; bu gizli bölünmüşlük 10 yıl sonra 2. Dünya
Savaşını netice verdi. Yahudilerin Almanya’daki birliğinin de zayıf olduğunu gösterdi.
Bunlar, geçmiş çağlar gibi büyük bir felaket yaşadılar; şöyle ki:
15. Ayet: “İşte bunların durumu, kendilerinden öncekilerin durumu gibidir. Yaptıklarının
cezasını tattılar. Ayrıca onlar için, elem verici bir azap vardır.” (Savaş ve sürgünden sonra
manevi bunalım ve depresyon acısı ve elemi.)
Bu felaketten sonra ise işi hile ve ideolojik algı ile idare ediyorlar. Bu ise ahlaksızlıkların en
kötüsü olan aldatmadır. Şöyle ki:
16. Ayet: Onların durumu, o şeytanın örneğine benzer. Ki insana ‘inkâr et!’ dedi. İnsan inkâr
edince, ‘Ben senden beriyim. Ben, her biri bir âlem olan insanların terbiyecisi olan Allah’tan
korkarım’ dedi.
17. Ayet: Nihayet ikisinin de sonu, içinde ebedî olarak kalacakları ateş oldu. İşte zalimlerin
cezası böyledir!
Bu gibi ahlakî zaafların olmaması için iş, gerçek manada Allah’a ve ahirete inanan müminlere
düşüyor. 18. ayette hitap zahiren Müslümanlara ise de ayetin hitabı umumi bırakması ve
bundan sonra gelen ayetlerin sadece, bütün dindarların ortak noktası olan Allah’a ve ahirete
imanı işlemesi, hitabın bütün inananlara yönelik olduğunu gösteriyor. Gelen ayetlerin Allah
kavramı üzerinde çokça durması ise, dindarlıktaki zaafların en birinci sebebinin Allah’ı eksik
ve sınırlı bilmeleridir, diye bildiriyor. 

Şöyle ki: 18. Ayet: Ey iman edenler; yukarıda anlatılan ahlakî zaaflara düşmemeniz için Allah’tan
sakının. Yani Allah’ın yasalarını çiğnemekten sakının. Yarın için ne hazırladığınıza bakın.
Ve Allah’tan sakının; yani Allah’ın vereceği azaptan sakının. Şüphesiz Allah sizin
yaptıklarınızı çok iyi biliyor.
[Ayette iki kere Allah’tan sakının emri gelmesi, biri yasaları çiğnemekten sakının; diğeri
Allah’ın azabından sakının şeklinde anlaşılacağı gibi; biri Allah’ı yanlış bilmekten; diğeri
ahireti yanlış bilmekten de sakının tarzında anlaşılabilir.]
19. Ayet: Allah’ı unutup da Allah’ın kendilerini kendilerine unutturdukları gibi olmayın.
Çünkü kendilerini unutan toplumlar fasık olurlar.
[Fasık, yasaları çiğneyenler, gerçekliğin dışına çıkanlar, iman ve değerleri kaybedenler
demektir. Ki bu değerlerin başında sonsuz bir yaratıcıya inanmak, ebedî bir hayata göre
yaşamak, dünyanın imtihan için olduğunu; dolayısıyla nisbi bazı olumsuzlukların olmasının
normal olduğunu bilmektir. Evet, dünya imtihan ve gelişme için kurulmuştur.]
20. Ayet: Onun için ateş ehli ile cennet ehli bir olamazlar. Gerçek kazançlı olanlar, sadece
cennet ehlidirler.
[Sınırlı ve bencil bir din anlayışı insanı korku ve üzüntülerden kurtarmadığı gibi; varlığın
sonsuz olduğunu bilmeyenler ve varlığın saf hayır ve bilinç cenneti olarak bulunduğunu
anlamayanlar cenneti hak etmezler.
Daha önce de üç sefer değindiğimiz gibi bunu anlamak için de diyalektik süreci ve
sonsuzluğu bir ve beraber bilmek gerekir. Ki Kur’an budur. Bu diyalektik sürecin sonsuzluk
çerçevesinde nasıl yönetileceğinin tüzüğüdür. Evet, iki bin sayfa tefsirimde ben, Kur’an’ı
daima böyle gözlemledim.]
21. Ayet: Kur’an öyle bir bilinçtir ki; eğer biz onu bir dağın üzerine indirseydik dağ
yumuşar; Allah’ın korkusundan parçalanırdı. Evet, bu misalleri biz insanlar için sunuyoruz
ki; düşünüp işlerin sonuçlarını görebilsinler.
Burada dağ kelimesi bir benzetmedir. Ayetin tabiri ile bu bir temsildir. Burada temsilin
manası ise, her birisi dağ gibi bir oluşum olan sosyolojik kurumlar, devletler ve psikolojik
benliklerdir.
Bu 21. Ayet devletin nasıl olması gerektiğini de dillendiriyor: 1) Yumuşak olması. 2) Parçalı
olması. Yani kuvvetler ayrılığı ilkesini tam yaşaması. Yoksa mutlak istibdat olur, din namına
zulüm, meydanı alır. Onun için iyi sosyologlar İslam’da Teokrasi yoktur, diyorlar. 3) Bu ise
sonsuzluk ve başta soyut-somut dengesi olmak üzere diyalektik süreçle olur.
Gerek Kur’an gibi semavi vahiylerle ve gerek tefekkür gibi insanî katkılarla bilinen Allah’ın
sonsuz varlığı şöyledir:
22. Ayet: Allah, O'dur ki; O'ndan başka tapılmayı hak eden hiçbir şey yoktur. O görünmeyeni
ve görüneni (gayb ve şehadeti) bilendir. O Rahman ve Rahimdir.                                                                                                                         Bu ayette dokuz anahtar kelime var. Şöyle ki: a) Huwe mutlaklık ve sonsuzluk bildiren bir
zamirdir. Özneden önce gelmesi de hasr ifade eder. Bu hasr (tekel) manası ile Huwallah
ifadesi, mutlak ve sonsuz olan sadece Allah’tır manasına gelir ki; Allah ve ilah kelimesi,
etimolojik olarak bu sonsuzluk ve mutlaklık manasının ismi ve ifadesidir.
b) Ellezi sıfat ve sıla (bağlaç) edatıdır. Mevsul cümlesi olan La ilahe illa hu ile yine sonsuzluk
ifade eder. Ondan başka tapılmaya layık hiçbir şey yok mealindedir. Yani kelime-i tevhid
denilen buradaki ontolojik mana ve hu zamirindeki mutlaklık yine sonsuzluğun ifadesidir.
c) O sonsuz olduğu için gayb ve şehadet âlemlerinin tamamını bilendir. Bu cümle O gayb ve
şehadet âlemlerinin ilmi, bilinci ve ruhudur, manasını da verir. Ki Resm-i Osmaniye göre yazı
şekli bu manayı veriyor.
Hulasa: Ayet diyor ki: O sonsuz olduğu için ona göre görünen ve görünmeyen âlemler ve
başka bütün zıtlar birdir. Ey dindarlar (özellikle Yahudiler ve Müslümanlar) siz de bu zıtları
bir bilin; o sonsuzluğa yükselin.
d) Bu zıtların en birinci kısmı olan yasal durumlar ile (ki Rahman ile ifade edilir) olağanüstü
durumları (ki Rahim ile ifade edilir) bir bilin.
e) Bu diyalektiğin diğer bir boyutu ise yasal durumların temeli olan diyalektik dualiteli
yapıları bilmeniz ile beraber olağanüstülüğün temeli olan sonsuzluğu ve soyut boyutu
anlamanızdır. Rahmaniyet, dualiteli yasal durumların ifadesidir; Rahimiyet, olağanüstü
durumların ifadesidir. Rahman daha çok şehadet âlemine bakar; Rahim ise daha çok gayb
âlemine bakar. Evet, gayb ve şehadet başka bir tabir ile olağanüstülük ile olağan yasaların
farkını bilmek, onları dengelemek çok önemlidir. Bakın 23. ayet Allah’ın bu gaybî boyutunu
ve gaybî niteliklerini anlatırken, 24. ayet Allah’ın şehadet ve görünen boyutunu ve
niteliklerini anlatıyor. İşte din ve İslam bu iki tarafın birleşimidir. Bu dizayn bir uyarı ile
beraber bize der ki: Dindarlar bu birliği ve bütünlüğü sağlamadıkları için; ahlakî ve ilmî
zaaflar yaşıyorlar. Ayrıca der ki:
23. Ayet: O, öyle bir Allah ki, O'ndan başka tapılacak yoktur. O, her şeye düzen verip idare
edendir. Her kusurdan paktır (varlıkta çirkinlik yoktur). Kendi barışık ve dünyadaki zıtlıkları
barıştırandır: Es-Selam. Dolayısıyla güven verendir: El-Mümin. Çünkü onun sisteminde kayıp
ve korku olmaz. O sonsuzdur: El-Aziz. Varlığı kaydeder: El-Cebbar. Hiçbir şey kaybolmaz.
Soyut olarak da O sonsuzdur: El-Mütekebbir. Dolayısıyla onun sisteminde bölünme yani
başkasının müdahalesi demek olan şirk olmaz.
24. Ayet: O, öyle bir Allah ki yaratandır, yani şekillendirendir (bütün varlıklardaki gibi).
Güzelleştirendir (bitkilerdeki gibi), ruh üfleyendir: suret verendir (hayvanlardaki gibi). Bütün
güzel isimler sahibidir. Yerdeki ve göklerdeki her şey O'nun kusursuzluğunu, sonsuz güzellik
ve mükemmelliğini bildirir. O Azizdir (güçlüdür her şeyi yapabilir), Hakîmdir (her şeyi yerli
yerinde yapar).
Bu iki ayeti tam tefsir etmek için bütün görünmeyen ve görünen varlık boyutlarını gözden
geçirmek gerekir. Bu ise bizim gibi bakışı ve görüşü sınırlı olan insanları aşar. Bununla
beraber her bir ayet ile ilgili birer anahtar bilgiyi not etmekte fayda var. Belki bu sayede az da
olsa bu iki ayeti ve bu iki ayetin baktığı o iki âlemi daha iyi anlarız. En azından onları ana
hatları ile daha iyi tanımış oluruz. 

Şöyle ki:                                                                                                                                                                                                                Allah’ın varlığı sonsuz olmakla beraber O, gayb âleminde sultan-ı ezel ve ebed manasında
Kral (Melik) olarak gözükür. Bu gözükmeye dinî literatürde cilve-i zatî-i ehad denilir. Gayb
âleminde diyalektik süreç olmadığı için o Kuddüstür; her şeyi mükemmel, temiz ve paktır.
Selamdır; kendisiyle barışıktır. Mümindir; güvendedir ve güven verendir. Müheymindir; her
şeye egemendir, her şeyi koruyandır.
Azizdir; yani sonsuz güç kullanma yetkisine sahiptir. Cebbardır; yani bu gücü ile her şeyi
yapabiliyor. Mütekebbirdir; yani gayb âleminde en büyük tecellidir. O kadar büyüktür ki;
gayb âlemindeki bu egemenlikte hiçbir ortağı yoktur. O, kendisini sınırlandırmak demek olan
ortakların varlığından münezzehtir.
2) O, gayb âlemi itibarıyla böyle olduğu gibi; görünen âlem itibarı ile de her şeye şekil veren
Halık, her şeyi güzelleştiren Baridir; yani bu şekil ve güzellikleri sağlayan suretleri
(yazılımları) veren Musavvirdir. Bu görünen âlem itibarı ile onun sonsuz güzel görüntüleri
(isimleri) vardır. (Sonsuzluk, cümlenin takdim ve dolayısıyla hasır ifadesinden anlaşılıyor.)
Göklerdeki ve yerdeki (fizik ve metafizik âlemlerdeki) her şey onun emrine koşar; onun
sistemini kirletmemeye çalışır. Fakat imtihan ve gelişme için, bazı göreceli ve sınırlı
kötülükler var oluyor.
Hulasa: O Aziz (sonsuz yetkinlik ve güç sahibi) olmakla beraber aynı zamanda Hakîmdir; bir
kısım hikmetler için bazı şeyleri kısıyor. Surenin ilk ayetini hatırlayın.
Demek İslam’ın getirmek istediği şey; bu dengeli, dualiteli ve sonsuzluk içeren iman
hakikatleridir. Evet, İslam’ın ve Kur’an’ın yapmak istediği şey hayat ve ahlak hakikatidir;
varlıkta ve hayatta anlamsızlık yoktur, sözünü söylettirmektir.
Bütün Güzel İsimler Allah’ındır.
Bu cümle, son ayette geçiyor. Bazıları bundan, Arapça ve İbranice sözcüklerden Allah’a isim
olarak verilen kelimeleri anlıyor. Bunları sadece söz olarak söylemenin sevap olduğuna
inanıyor. Fakat bu insanlar, Allah’ın zarar ve kötülük isminin güzelliğini tam bilmiyorlar.
Güzelliğin sözcüklerde olduğunu sanıyorlar.
İbn Arabî, bu kelimeler isimler değiller. Bu Arapça sözcükler isimlerin isimleridirler. Allah’ın
isimleri bu görünen varlıklardır. Ki insana bakan bazı veçheler hariç bütün varlıklar, son
derece güzeldirler, diyor.
Evet, 24. ayetten anlaşılan mana budur. Nitekim isim kelimesi, belirlenen, bilinen ve görünen
şey demektir. Evet, bütün her şey manalıdır. Son derece denge, hakkaniyet ve estetik üzere
yaratılıyor. Dolayısıyla Allah’ın bütün isimleri güzeldir hükmünün bütün atomlar, yıldızlar,
çiçekler ve gezegenler kadar delilleri var. İnsana bakan bazı nahoş şeyler ise görecelidir ve
sadece insan açısından öyledir.
Son ayette geçen suret, Felsefede form demektir. Ruh üfleme aleti olan Sur (borazan) kelimesi
de buradan türemedir. Platon ve Aristo bu forma eşyanın ruhu diyorlar. Nitekim son yetmiş
yılda anlaşıldı ki: Yazılımın yapısı, filozofların form dediği bu gerçekliktir. Bilimler ruhun da
sonsuz bilgi-işlem içeren bir yazılım olduğunu ispat etti.

24. 06. 2024