Bugünün şartlarında bu başlığı üç şekilde yazabiliriz. Birincisini yazdık zaten. İkincisi “Türkçenin ‘dilci’ problemi” olabilir. Üçüncüsü de “Türkçenin ‘dilci’ sorunu!”
Seç beğen al! Esasen söylemek istediğimiz şey aynı.
Bu başlığı daha afili hale getirmek için “Türkçenin dilci sorunsalı” da diyebilirdik; sonuç değişmezdi. Değişmesi gerektiği halde değişmezdi. Çünkü -al, -el, -sal, -sel eki kullanılması yaygınlaştıkça belirsizleşen bir mahiyet almıştır.
Türkçe mahiyeti meçhul yabancı bir ekin istilasına uğramıştır!
Bu istilaya karşı dil cephesinde istiklâl savaşı vermek zorundayız!
Sorunsal, “problematik”e karşılık uydurulmuştur. Fransızca problematik önce “kaziye-i ihtimaliye” olarak karşılanmıştır. “Kaziye”ye karşılık “önerme” bulunduğuna göre, “ihtimalî önerme” denilebilir. Olmazsa “ihtimal” de arılaştırılır “olasılık-sal önerme” denilirdi!
En ciddi dil meselemiz böylece mizahileştirilirdi!
Bazı günümüz dilcilerinin “akademik” makalelerini ciddiye alarak kara mizah olarak okumak mümkündür!
“Sorunsal” şüpheli, belkili olarak anlaşılmalıdır. Fakat bu şekilde kullanıldığına nâdiren şahid olunmaktadır. Sorun “mesele”ye karşılık uydurulmuştur ama meselevî diye bir kullanış ile karşılaşılmamaktadır. Buna -sel ekleyerek söylersek: “Meselsel” denmez, fakat “sorunsal” denilip durur.
Neyse, bu bahis çok uzar, asıl konumuza dönelim.
Mektepler olmasaydı…
Osmanlının meşhur maarif nazırı Emrullah Efendi’ye atfedilen bir söz var: “Mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim!” O mu söyledi, başkası mı; yoksa yakıştırma mı? Pek fark etmez.
Bu sözün mekteplerin kapatılması ile işlerin güllük gülistanlık olacağı şeklinde yorumlanması ancak bir yanlış anlaşılma olabilir! Bu var olan problemle ilgili bir değerlendirmedir. Mekteplerin mesele olan tarafları halledilmeden maarif yoluna konulamaz, idarenin asıl zorluğu mektepler…
Ya dilciler olmasa? Dil meselesi hallolur mu?
Ümmiler doğru türkçe yazıyor, ya “dilci” profesörler?
Dilimizin geçmiş asırlarda dilcileri yoktu!
İlk türkçe gramer Bergamalı Kadri’nin 16. Yüzyılda kaleme aldığı Müyessiretü’l-ulum (ilimleri kolaylaştıran) olarak bilinir. Kaşgarlı Mahmud'un 11. asırda Divanü Lügati’t-Türk’de ismini geçirdiği eseri Cevahirü'n-Nahv kitabı kayıptır. Arada Araplara türkçe öğretmek için yazılan gramer kitapları var. Ebu Hayyan’ın Kitabu'l-İdrak li Lisani'l Etrak’ı 14. Asra tarihleniyor.
Ezcümle: Türkçe gramerden öğrenilen bir dil değil, konuşulan, yaşayan bir dil. Bu yüzde rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Yûnus Emre hiç türkçe dersi almamıştır, hiçbir dilbilgisi veya gramer kitabı okumamıştır. Ne tuhaf! O zamanlar bugün gittikçe büyüyen dil meselemiz de yoktu! Bu yüzden Yûnus Emre’nin türkçesinde bir zorlukla karşılaşmazsınız. Anamızın ak sütü gibidir; değil yabancı madde, su dahi katılmamıştır. Bazılarına ters gelecek ama divan edebiyatında da aynı şey sözkonusudur. Tek mesele yabancı olduğu iddia edilen arapça ve farsça kelimelerin çokluğudur.
Kendi tabiri ile “ümmî”, yani okur yazarlığı olmayan Yûnus’un dilinde arapça ve farsça kelimelerin nisbeti nedir? Yüzde 31 arapça, yüzde 13 farsça! Yüzde 49 türkçe olduğuna göre, geriye kalanlar diğer dillerdir. Yûnus medreseli ise de sonuç değişmez. Medrese dilinin arapça olması türkçeyi kullanımdan düşürememiştir. Anlı şanlı medreseliler (şeyhülislamlar, kazaskerler dahil) türkçenin şaheserlerini ortaya koymuşlardır.
Dil meselesini başımıza kimler sardı?
Zaman zaman zihnimde şu cümle yankılanıyor: Dil meselesi büyük ölçüde “dilci”lerin icadıdır!
Anadolu türkçesi yazı dilinin büyük başlangıç metni, Yûnus Emre Divanı’dır. Yûnus Divan’ı olan bir şairdir, yani “divan şairi”dir! Bu şimdiki kalıplaşmış kabullere aykırı bir görüştür. Yûnus’un halk şairi, hatta “ozanı” olduğu neredeyse resmi bilgi haline getirilmiştir. Oysa Köprülüzade Mehmet Fuat 1931’de yayınladığı Divan Edebiyatı Antolojisi’ne Yûnus Emre’yi almıştır. Ahmed Hamdi Tanpınar da Yûnus Emre’yi divan şairi olarak kabul eder. Hadi bunu bir kenara bırakalım ve divan şairi denilmekte ittifak edilen Fuzulî’nin diline bakalım.
Fuzulî’nin türkçe Divanı’ndan tam bir sayım değil ama, birkaç şiir üzerinden basit bir örnekleme: % 60 arapça, %15 farsça, % 25 türkçe kelime. Bir şiir üzerinden konuşursak arapça kelimeler içinde zevk, aşk, hak, hat, harf, vücud, terk, mümkün, takdir gibi türkçeleştiğinden şüphe edilmeyecek kelimeler yanında farsçadan ki, kim gibi bağ edatları vardır. Türkçenin lehine yorumlanacak husus kelimelere getirilen takılardır.
Yûnus’un, Fuzulî’nin ve diğer divan şairlerinin arapça ve farsça kelime bolluğuna rağmen türkçe cümle kurma konusunda bugünün dilcilerine fark attığı görülebilmektedir. Fuzulî’den okuyalım:
Yâ Rab hemîşe et lutfunu reh-nümâ mana
Gösterme ol tarîki ki gitmez sana mana
(Ya Rabbî daima lûtfunu bana kılavuz et; sana ulaşmayan yolu bana gösterme.)
Dilde klasik şiirimizin Süleymaniyesini inşa eden Bâkî’nin şu sağlam cümlelerine bakınız:
Ferman-ı aşka can iledür inkıyadumuz
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz
(Aşkın fermanına baş eğmemiz canımızladır. Allah’ın takdirine karşı zerre kadar direnmeyiz.)
Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dûn içün
Allahadur tevekkülümüz i'timadumuz
Biz mütteka-yı zerkeş-i câha dayanmazuz
Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz
Zühd ü salaha eylemezüz iltica hele
Tutdı egerçi âlem-i kevn-i fesadumuz
Meyden safa-yı bâtın-ı humdur garaz heman
Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz
Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur
Bûkî kalur sahife-i âlemde adumuz
Bâkî’nin sade bu şiirine bakalım: 14 Türkçe, 29 arapça, 7 farsça kelime. Yani yüzde 58 arapça, 28 türkçe ve 14 farsça kelime!
Bu gazelde bugün kullanılmayan kelimeler: İnkıyad, edani, dûn, mütteka, zerkeş, câh, salah, kevn, bâtın, hum. 50 kelime içinde on kelime; yüzde yirmi. Bu ne anlama gelir? Bu şiir bugün yazılsa yüzde seksen kelimeleri aynen kullanılarak yazılabilir. Sözlüğümüz bu kadar alan talan edilmesine rağmen, kelimelerin çoğu yaşamakta ve kullanılmaktadır.
Bâkî ile aynı dönemde yaşamış Edirneli Nazmi’nin “türkî-i basit/basit türkçe” bir gazeline bakalım şimdi de:
Bu dünyanın ola her nesnesinden ol ki berî
Olur ne yirde kim olursa dışlığ üzre yiri
Anun kim ola başında ussı olmaz o hiç
Varup bir özge kişinin kulı gibi nökeri
Kaçan ki kaygınla gönline kişinin çok
O benzer ana ki üşe bir ülke üzre çeri
Köti durur köti avratdan ol er ana ne söz
Ne söyler ise sözinün ki olmaya ol eri
Er oldur uymaya hergiz sözine avratunun
Güzelliğiyle olursa dahi eger o peri
Yiler bu dünya içün yil gibi turup niceler
Anunla toprağ ider işbu dünya niceleri
Şu kimse kim geçine eylük ile her yirde
Ne yire varsa anun var anunla Nazmi yüri
Arapça ve farsça kelimeler: Dünya (A. 3 defa), ki, kim (F.5 defa), berî (A.), nöker (F.), avrat (A. 2 defa), hergiz (F.), eger (F.), peri (F.)
104 kelimelik şiirin 15 kelimesi arapça ve farsça. Bu basit örnekleme Nazmi’nin Türkî-i basit şiirlerinin bütünü ile ilgili varılan sonuca yakın: Kelimelerinin yüzde seksen beşi türkçe asıllı.
Buna rağmen şu soruyu sormaya ihtiyaç hissediyoruz: Bâkî’nin şiiri mi türkçe cümle açısından güzel, Nazmi’nin mi?
Bâkî’nin şiiri hem güzel, hem anlaşılır, hem de şiir! Bunları Nazmi’nin gazeli için söyleyemiyoruz ne yazık ki. Hatta anlaşılırlık bakımından da bu kadar türkçe kelime fazlalığına rağmen bunu söyleyemiyoruz.
Divan şairleri: Türkçe cümle ustası!
Divan şairlerinin türkçe cümle kurma ustalıkları, Yahya Kemal’in dikkatini çekmişti. Tanpınar da bu konu üzerinde durur.
Nasıl oluyor da medrese okuyanlar doğru türkçe cümle kuruyor! Türk edebiyatının en güzel şiirlerini yazıyor? Bunlar sanat sahasına girdiği için dil ve ifade tarzları itibarıyla kolay anlaşılır olmayabilir. Fakat medreselilerin gerektiğinde sağlam türkçe metinler ortaya koyduğunu ve bunların çok başarılı olduğunu kayd edelim. Sinan Paşa’nın Tazarrunamesi türkçe ifadenin şaheseridir ve Sinan Paşa medreselidir, üstüne üstlük müderrislik yapmıştır!
Osmanlılarda dinî ilimler denilince ilk akla gelenlerden birisi İmam Birgivî’dir. Onun Vasiyetname’si -ki bir ilmihaldir- sade türkçenin şaheseridir ve 16. Yüzyılda yazılmıştır.
Sanat ve edebiyat kastıyla yazılan şiirlerin farklı bir dil ve üsluba sahip olması, kolay anlaşılmaması olağandır.
Divan şiirinde hedef berceste mısradır.
Maksud eser ise berceste mısra kâfidir! (Ragıp Paşa)
Güzel, anlamlı, hatırda kalan bir cümle kurmak, asıl eser bu!
Neden zamanımızda türkçe öğretim yaptığını sandığımız akademide türkçe cümle kurabilenler kıt?
Divan şiirinin dili tartışılırken, onun türkçe ifade gücü üzerinde durulmaz. Divan şiiri Türk sentaksına, “söz dizimi”ne bağlı kalarak 20. Yüzyıla kadar gelmiştir. Neredeyse arapçadan hiçbir kaide almamıştır ve farsçadan da sıfat tamlaması dışında aldığı bir şey yoktur.
Geçen yıl vefat eden Amerikalı türkolog Walter Andrews, türkçeye “Şiirin sesi, toplumun şarkısı” şeklinde çevrilen kitabında divan şiirinin sözdiziminin günlük konuşma dilinin kaidelerine bağlılığını ortaya koymaktadır. (Maalesef kitabın tercümesi şanına lâyık şekilde değildir!)
“Günlük konuşma Türkçesinin sözdizimi kuralları ile divan şiiri dilinin kuralları arasında kanıtlanabilir örtüşme, divan şiirinin anlam üretme sisteminin bir yönünü göstermesi bakımından gerçek, önemli ve temsilî sayılacaktır. İlk bakışta bu gayet şüpheli bir iddiayı öne sürmek gibi gözüküyor, yani 20. Yüzyıl konuşma dilinden, daha 14. Yüzyılda kullanılmaya başlanan bir dil alt kümesine bir sıçramayla geçilip anlam alanında çıkarımlar yapılabileceğini öne sürmek. Ne var ki bu iddia, bir arada düşünüldüğünde, divan şiirindeki sözdiziminin yorumu için -tek değilse de- sağlam bir temel sağlıyacak bir dizi varsayıma dayamaktadır.”
“Modern konuşma dili, çok genel bir düzeyde sözdizimsel anlam için aşağıdaki nedenlerle kabul edilebilir bir analog (benzeşen) olarak gözükmektedir.
1. Divan şiirinin sözdizimi ile günlük konuşma dilinin sözdizimi arasında çok büyük bir örtüşme vardır;
2. Günlük konuşma türkcesinin genel kelime dili özelliklerinin çoğunun, aynı samanda, Osmanlı konuşma türkçesinin özellikleri olduğu anlaşılmaktadır.
3. Nisbeten kısa (600 yıllık) bir doğrusal gelişme döneminde esas sözdizimsel yapıların kendileri aynı kalırken sözdizimi kadar temel bir dil unsurunun esas anlamının çarpıcı bir değişikliğe uğramış olması zayıf bir ihtimaldır.”
Türkçecilik ideolojisi ve “dilci”ler!
İdeoloji, ideolojiye dayanan iddiacılık, türkçeye zarar verdi. Türkçeciliğin ideoloji haline gelmesinin tarihi yüz yılı geride bırakmak üzere. Türkçe iddiasında nereye geldik?
Bugün üniversite mezunları, hatta akademik kariyer yapanlar sağlıklı türkçe cümle kurmayı başarabiliyor mu? Neredeyse istisna! “İstisnalar kaideyi bozmaz”, derler. Biz de deriz ki, “kaideler de istisnayı” bozmaz! Asıl üzerinde durulması gereken, dilcilerin, dilcilikte kariyer yapmış olanların türkçe cümle kurmaktaki başarısızlıkları. Bu başarısızlıklarını örtmek için dikkatimizi uydurulmuş kelimelere çekiyorlar ki, onları anlamaya çalışırken cümlelerinin türkçe zaafları anlaşılmasın!
Dönelim, dilbilgisi veya gramer meselesine…
19.yüzyılda Osmanlı dilinin, türkçenin öğretilmesi ile ilgili gramer (sarf, nahiv) kitapları yazılmıştır. Türkçenin belli ölçüde arapçaya göre tarif edildiği kitaplardır bunlar. Bilahire fransızca gramer bilgilerine benzetilerek gramer kitapları yazıldı. Dil devriminden sonra bir süre gramer terk edildi. Dil Kurumu’nun Türk Dili Belleten’in 29-30. Sayısı (Haziran 1938) Prof. Hasan Reşit Tankut ve Prof. Şemseddin Günaltay tarafından yazılan “Arsıulusal alanda dil ve tarih tezlerimiz” makalesi şöyle başlamaktadır:
“Güneş dil teorisi kelimeleri pankronik bir ölçü ile tetkik ettiği için kalıplaşmış bir sentaks kabul etmez. Sentaks, hatta gramer zamanın hâkim zihniyetine ve zevkine göre nizam alan tesislerdir.”
(Arsı-ulusal’ın şimdi uluslar-arası denilen şey olduğunu bilmem ki çıkarabildiniz mi? Türkçe sondan eklemeli bir dildir. Burada Avrupa dillerinde olduğu gibi baştan eklemeli yapılıvermiş! Neden böyle yapıldığı yukarıdaki cümlede ifşa ediliyor.)
Bu iddia sahipleri dilci mi? 1930’larda türkçeye nizamat verenler arasında gerçek dilci aramak beyhude gayrettir!
Hasan Reşit Tankut kim? Kaymakamlık, polis müdürlüğü, mülkiye müfettişliği yapmış bir Mülkiyeli. Dil Kurumu kurulurken dilci yapılanlardan. Kurumun kurucuları arasına konuluyor ve 1935-1950 arasında kurumda ikinci başkanlık, Etimolojik ve Lingüistik Filoloji Kolları Başkanı ve Genel Sekreterlik yapıyor. DTCF’de Güneş dil Teorisi dersleri veriyor. 1931’de milletvekili yapılıyor, tek parti dönemini milletvekili olarak geçiriyor. Hatta 1950’den sonra bile devam ediyor.
Şemseddin Günaltay, menşe olarak fenci. Sonra tarihe merak sarıyor, tarihçi oluyor. Bu makale yayınlandığı sırada Tarih Kurumu Başkanı idi. Ne fark eder? Daha sonra başbakan dahi oldu! İkinci dönemden itibaren milletvekili…
İlk cumhuriyet eliti her şeyi bilir! Her sahada yektadır! Sözleri kanundur!
Bugüne kadar kimsenin sormadığı soruları sormaya devam ediyoruz: Dil devriminin yürütücü şahsiyetleri arasında gerçek anlamda dilci var mı? Şunu kayda geçirelim: Dil devrimini yürütenlerden önce Türkiye’de “dilci” yoktur! Çünkü bu işlerle uğraşanlara lisaniyatçı denirdi. (Lenguist: Sonradan dilci hafif geldi, “dilbilimci” denilir oldu!)
Dil devrimi sürecinde aktif rol alanlardan gerçek anlamda lisaniyatçı yok. Kimi asker, kimi hukukçu, kimi tabip! Onlara siz “dilcisiniz” deniliyor, derakap dilci oluyorlar! Aportta bekliyorlar. Ne istenirse yapıyorlar.
Şu isimleri sorgulayın bakalım: Ahmet Cevat (Emre), İbrahim Necmi (Dilmen), Mehmet Ali (Ağakay) ve Agop Martayan! Bu sonradan olma dilcilerden Ahmet Cevat ve Mehmet Ali Ağakay Giritli. Türkçeleri Rumcaya çalıyor. Türkçeyi Rum şivesi ile konuşan Ahmet Cevat’tan bir örnek: “-Pasam! Bu Türkçes kıyak bir dildir. Her ne lâf ararsan bu Türkçeste bulunur”. İbrahim Necmi, Selanikli ve hukukçu, sondan nasıl oluyorsa “dilci” oluyor. Mehmet Ali tabip. O da ilk resmi sözlüğün müellifi!
Robert Kolej mezunu Agop Martayan’ın dilciliği Sofya üniversitesinde okutmanlık yapması ile ilgili olmalı. Vikipedi’nin türkçe versiyonunda Sofya Üniversitesi’nde Osmanlı türkçesi ve uygurca dersleri verdiği kaydedilirken, ingilizcesinde Sofya Üniversitesi'nde Osmanlı Türkçesi ve eski Doğu dilleri öğrettiği belirtiliyor. Türkçe versiyonda Mustafa Kemal’le tanışma faslı yer almazken, ingilizce versiyonda yer veriliyor. Kutü’l-amare zaferinden sonra esir düşen İngilizlere mütercimlik yaparken gizli ilişkiler kurduğu iddiasıyla tutuklanıyor ve Şam’a götürülüyor. Demek ki Osmanlı yönetimi onun İngilizlerle ilişkilerinden şüphelenmiş, ingilizciliği kuşkusu ile tutuklanmış. Burada Mustafa Kemal ne yapıyor yapıyor onun affedilmesini sağlıyor. Neden acaba?
Onun on yıl sonra Dil Kurultayı’na nasıl alay-ı vâlâ ile katıldığını Türkçenin Cenaze Töreni kitabında ayrıntılı olarak anlattık. Bu dört “operatör”e bir beşincisi eklenmek gerekirse, o da Saim Ali Dilemre’dir ve o da tabiptir!
Dil devrimi sırasında aşırı lider yalakası olan bu tipler, 1950’lerden sonra itirafçı oluyorlar. Ahmet Cevat 1960’da kaleme aldığı hatıratında Güneş-Dil Teorisi’ni “ucube teori” olarak nitelemiştir. Halbuki o, Güneş Dil teorisini Atatürk’ün huzurunda “Atatürk Atatürk andlıyız sana/Güneşten içtik biz kana kana” şiiriyle savunmuştur! İbrahim Necmi Dilmen’in nasıl bir şahsiyet olduğunu, daha doğrusu nasıl şahsiyetsiz biri olduğunu, her emrine uyduğu Atatürk’e ölümünden sonra gösterdiği tavır ortaya koyar. Güneş-Dil teorisini anlatmakla görevlendirildikten sonra Atatürk’ün gözüne girecek işler yapmış ve bu teoriyi DTCF’de okutmuş olan Dilmen, onun ölümüyle Güneş Dil teorisi dersini keser. Sebebini soranlara: “Güneş öldükten sonra teorisi mi kalır” cevabını verir.
Martayan ise, gerçek bir operasyon adamı olduğunu şu cümlelerle ortaya koyar: “Türkçe çok eski bir dildir, Alp dilidir. Bu dil Hind-Avrupa ve komşu dillerin anası idi. İlk yazılı dil olan sümerce türkçenin özelliklerini taşır...
“Biz şimdi türkçenin teşkili hususunda henüz başlangıçta bulunuyoruz, lâkin gayeye doğru emin adımlarla yürüyoruz.”
Dikkat: Yıl 1932 ve türkçenin teşkili, yani yapılması, kurulmasından söz ediliyor. Adam binlerce yıllık türkçeyi yok sayıyor, onu 20. Yüzyılda, 1930’larda teşkil edecek, yapacak! Bu hadsizlik nasıl açıklanabilir?
Evet, Türkçenin bir “dilci meselesi” var ve kökleri 1930’lara kadar giden bir mesele bu.
Dilcilerimiz, dilimizi göz göre göre bozmak için çalışan bu dilcilerin mirası ile hesaplaşmadan dil şuuruna varamaz ve gerçek dilci olamaz. Bu kifayetsiz yarım âlimlerin yaptıklarını reddetmek ve türkçeyi kendi tarihi varlığı ile kabullenmek doğru yoldur. Bu türkçeleri kifayetsiz şahıslar bir zamanlar dilimize yön verdiler ve hâlâ onların dilimizi soktuğu tünelde gitmeye devam ediyoruz. Bunların yaptıkları yanlışları itiraf etmeleri dahi sonucu değiştirmedi. Onları gerçek yerlerine oturtulmadıkça, dilimize, dilimizin muazzam geçmişine, büyük şair ve yazarlarına saygı duymamız, onu bütün olarak kavramamız mümkün değildir.
Türkçenin dilci meselesini çözmek dilcilerin elinde!