Mustafa Toygar
Punto:
Dinle
“ALLAH (c.c.), VATAN ve MİLLET YOLUNDA” BAYRAKLAŞAN BİR BAYRAK ADAM:
Dr. Mehmet Güneş’in kaleminden
O; “Allah, millet ve vatan yolunda” serden geçmiş, Şeflik Dönemi’nde millî ve mânevî değerlere yapılan baskılar karşısında kelle koltukta mücâdele vermiş, hiç kimsenin meydana çık/a/madığı bir devirde Dikta Yönetimi’ne karşı deli yürek bir kaç insanla birlikte kıyâm etmiş çok yiğit bir vatan evlâdı; her türlü haksızlığa ve hukuksuzluğa göğüs germiş müthiş bir aksiyon fırtınası, hiçbir zorluktan, zulümden, tâkibattan ve tabutluktan yılmamış bir erbâb-ı kalem, bir ömür ehl-i küfür ve Türk düşmanlarıyla mücâdele etmiş örnek bir dâvâ ve yılmaz bir mücâdele adamıydı.
O; Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır; vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir kazanç tanımamış, “Dünya bir metâ değil ki nizâa değsin” ölçüsünü değişmez hayat kâidesi yaptığı içinmaddenin aldatıcı câzibesine kapılmamış, “Kendisine mezar hazırlamamış, kendisini mezara hazırlamış”, yaşamayı değil, yaşatmayı gâye edinmiş, dünyevî makamlar için tâviz vermemiş, hiç zaman doğruluktan ayrılmamış ve destan kadar güzel, şiir kadar çarpıcı bir hayatı mîras bırakmış bir ülkü deviydi.
O, Allah(c.c.)’ın dışındaki hiçbir güç, kuvvet ve kudret sahibinden korkmamış, çağdaş Tâgutlardan, asrî Nemrutlardan ve modern Firavunlar karşısında zinhar ayak çekmemiş, sakala göre tarak vurmamış, nabza göre şerbet vermemiş, gözünü daldan budaktan sakınmamış, zâlim muktedirler karşısında sözünü hiç esirgememiş, inandığı doğruları diktatörlerin yüzüne söylemekten aslâ çekinmemiş, hiç kimsenin olmadığı, herkesin sustuğu zulmün en karanlık günlerinde mücadele meydanına atılarak hayatını ortaya koymuş, bu aziz milletin yüreğine çöreklenen acıyı, ızdırabı ve öfkeyi dışa vurmak için yaratılmış ‘Haydâr-ı Kerrâr yürekli’, ‘Hz. Hamza duruşlu’ ve ‘Kürşad tabiatlı’ bir yiğit olduğu için;
“Alçaklara çatarız biz,
Zulme kafa tutarız biz,
Zindanlarda yatarız biz,
Bize Serdengeçti derler!”
mısralarıyla dâvâ felsefesini ve mücâdele azmini dile getirmiş olan ve Türk milletinin kısıl/a/mayan en gür seslerinden birisiydi.
O; inandığı gibi yaşamış, yaşadığı gibi inanmış, Türk-İslâm Dâvâsı için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, bedel ödemekten hiçbir zaman çekinmemiş, fikir savaşının en ön safında yer aldığı, haksızlıklar ve zâlimler karşısında susmayı zül kabul ettiği, doğru bildiği hiçbir şeyi içine tutmadığı, yutkunmadan mertçe, yiğitçe ve en üst perdeden erkekçe söylediği için; çekmediği çile, çıkmadığı mahkeme, görmediği baskı, girmediği zindan, ziyâret etmediği hapishâne ve yatmadığı hücre kalmamış olan “İsyan Ahlâkı”nın numune-i imtisâli gözü kara bir aksiyonerdi.
O; “Allah!” demenin yasaklandığı Tek Parti Dönemi’nde “Allâhü Ekber!” diyerek kıyâm etmiş, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”hadisini kendisine rehber edinmiş, bir ömür “küfürle, küfür ehliyle” ve Türk milletinin bilcümle düşmanlarıyla ölünceye kadarmücâdele etmiş, “Şüphesiz kanunlardan evvel insanlar vardı, insanlardan evvel de Allah...” demiş,dergisinin kapağına “Allah’tan başka kimseden korkmaz” diyeyazarak “ne rütbe ne de mal” beklemeden “mukaddes yüke hamal”lık yapmış, olanKıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Bozkurt duruşlu ve turkuaz düşünceli bir güzel insandı.
O, küfre giden yolların yanlışlığını yüksek perdeden ve en sert ifâdelerle anlatmış, hayatının hiçbir döneminde zâlimin şiddetini çekmemek için sessiz yapılan duâların gizli âmincisi olmamış, samîmi bütün duâlara her zaman gök kubbeyi yırtarcasına en yüksek perdeden “Âmin” diye haykırmış, son nefesine kadar; “Yalnız hakikate ve Hakk’a secde etmiş”, “hor, öksüz ve büyük” olan dâvâsı için yaşamış, “Bu vatanı ve bu milleti karşılıksız, menfaatsız, kara sevdâlılar, Mecnunlar gibi sevmiş”, herhangi bir şahsî beklentisi olmamış, her zaman ok gibi dosdoğru olmuş, îmanı kadar büyük olan millî öfkesini zâlimlerin yüzüne haykırmış olan ve sanki akıncılar çağından günümüze gönderilmiş gerçek bir destan kahramanı ve celâdetin, cesâretin, samîmiyetin, ferâgatin, izzetin, ahlâk ve fazîletin zirvesiydi.
O; inancını inancımızdan, hıncını hıncımızdan, acısını acımızdan, sancısını sancımızdan, sevdâsınısevdâmızdan, dâvâsınıdâvâmızdan, ülküsünü ülkümüzden almış, yüreğindeki sevgilerin en güzelini şehit kanlarıyla sulanmış bu mübârek vatan toprakları için çoğaltmış, ömrünü, Türk-İslam Ülküsü’ne hizmete adamış, fikrî ve fiilî mücâdeleyi son nefesine kadar terk etmeyerek “yüreği kardan beyaz, bahtı esmer yiğitlerin yanında yer almış mümtaz bir Türk milliyetçisiydi.
O; “Hubbü’l vatan, mine’l-îman”(Vatan sevgisi îmandandır.) diyerek “bu topraklar için toprağa düşenlerin” gönüllü fedâisi olmuş; hudutlar ötesi Tûran aşkını yüreğinde büyütenleri, sınırlarımız dışında kalan kardeşlerimizin derdiyle dertlenenleri ve Esir Türk illerindeki soydaşlarımıza “Güzel Türkistan senge ne boldu” diye hasret türküleri söyleyenleri “can gardaş” bilmiş turkuaz renkli sevdâ nefesiydi.
O; mütevekkil bir inanç meşâlesi, Türk’ün Davûdî sesi, Turân illerinin hüzün dolu sevdâ nefesi, dâvâ adamlığının ve idealizminin son efsânesiydi. O; İslâm ve Türk düşmanlarıyla mücadele ederken; yanımda, arkamda biri var mı dememiş, inandığı değerler uğruna tek başına mücâdele etmiş, dik durmuş, doğru yürümüş ve dosdoğru hareket etmiş,“Allah’tan korkan, gayrısından korkmaz” diyerek mücâdele meydanına yalınkılıç atılmış gerçek bir serdengeçtiydi.
O; İslâm inancından ve Türk tarihinden beslenen ideâlist bir dünya görüşünün kavgasını verirken, derûnuna; sevgi dolu hassas bir yürek, müthiş bir cesâret, serâpâ bir samîmiyet, varlığa karşı hudutsuz bir muhabbet ve kanatları hep yükseklere şehbâl açan bir tevâzûbinâ etmiş, fikrî coşkunluğunu; tarih şuuru, damarlarındaki kanın heyecanı, Fetih Günleri’nin hasreti ve hâl-i pür melâlin kasvetiyle harmanlamış, Turancılığı; “Esir Türk illerinin kurtulmasını ve bu ülkelerde yaşayan milyonlarca Türk’ün istiklâline kavuşmasını istemektir.” diye tarif etmiş ve “Bizim derdimizi, ekalliyetler, dönmeler, vatansızlar, Bolşevikler anlamaz!.. Bizim derdimizi ancak bizden olanlar anlar!”demiş;
“Gövden bir yerde başın bir yerde,
Aramıza inmiş bir demir perde,
Söyle Turan sen nerdesin, ben nerde?
Nerde benim yaslı Tanrı dağlarım?
Akşam olur sabah olur ağlarım
Turan ellerinden haber gelmiyor,
Yâ Rabbi, derdimi kimse bilmiyor,
Dört asırdır Türk'ün yüzü gülmüyor,
Akşam olur sabah olur ağlarım.
Nerde benim Ural-Altay dağlarım?”
diye duygusal şiirler kaleme almış ve Uluğ Türkistan aşkını yüreğinde bayraklaştırmış kadim bir Tûrancıydı…
O; “..Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz..”emr-i İlâhisi’ni hayatı boyunca serlevhâ etmiş, hayatını inandığı değerlere adamış, hiçbir zaman kendini ön plâna çıkarmamış, yaptığı işleri açığa vurmamış, “Allah yolunun dîvânesi” olmuş bir ahir zaman dervişi ve Ay-Yıldızlı bir sevdâyı yüreğinde dalgalandıran bu aziz milletin tertemiz vicdanıydı.
O; îmanlı, ihlâslı ve hudutlar ötesi bir millî sevdâya bütün kalbiyle gönül vermiş, din tüccarlarından, milliyetçiliği menfaat vasıtası olarak görenlerden, inancını, savunduğu değerleri koltuk ve makam uğruna terk edenlerden nefret etmiş, hiçbir menfaat odağına ve beşerî güce yaslanmadan hayat boyu kendi doğrularıyla yaşamayı gâye edinmiş bir vatanperver olarak;
“Volkan gibi lav atmış ne susmuş ne ölmüşüm.
Ben bu iman yolunda çılgınlara dönmüşüm…
diye haykırmış; yılmamış, yıkılmamış, nokta kadar bir menfaat için virgül gibi aslâ ve kat’â eğilmemiş, bükülmemiş, doğruluk ve dürüstlükten zinhar ayrılmamış, çizgisinde hiç bir zaman kırıklık olmamış “adam gibi bir adam”dı.
O;isminin mütemmim cüzü olan ve her türlü engellemeye rağmen 15 yılda ancak 33 sayı çıkarabildiği için “Biz sayıyla değil tuşla gâlip geliriz” dediği Serdengeçti Dergisi’ndeki yazılarıyla Türk milletinin hissiyatına, bastırılmış isyanına ve millî heyecanına tercüman olmuş, kıvrak bir zekânın ürettiği mîzah ve nükteleriyle Türkiye’nin en ücrâ köy ve kasabalarında bile tanınmış, mangal yürekli, muhalif duruşlu bir“Deli Rüzgâr”dı.
O; özü sözüne, sözü özüne uyan, hep yayından fırlayan ok gibi dümdüz giden, ömrünü doğruyu savunmakla ve yanlışa muhalefetle geçiren,her nefesini İslâm inancının ve Türklük aşkının emrine veren, cezaevlerini Mederse-i Yusûfiye olarak gören, “Biz Allah’tan başka kimseden korkmayız, bir can değil mi; ha yorganda, ha urganda çıkmış” diyen katıksız bir Türk milliyetçisi, îmanıkâvî bir Müslüman, gerçek bir mücâhit, aksiyoner bir ideâlist olarak; kalemini tüfek, nüktelerini fişek gibi kullanan bir deli yürek, bir bükülmez bilekti… O, “dünyayı dünyada boşayıp giden”lerden olduğu için;
“Baş eğmezizedânîyedünyâ-yıdûn için
Allâh’adır tevekkülümüz i’timâdımız”
(Alçak dünya için aşağılık kişilere boyun eğmeyiz
Tevekkülümüz Allah’adır, Allah’a güveniriz.)
dizelerinde anlatılan hâli örnek mücâdele azmiyle ete kemiğe büründürmüş, “ülkü denen nazlı gelin”e duyduğu aşkı yüreğinde şahikalaştırmış, Göktürklerin, Karahanlıların, Selçukluların ve Osmanlıların parmak izini ruhunda ve davranışlarında yaşatmış olan; sisteme muhalif sıra dışı bir insan ve bir asâletfermânıydı.
O; “Ötüken’den yola çıkıp Mekke’nin Tevhîdnûruyla yıkanan” ve bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapmış olan bu aziz milletin târihîmefâhiriyle yeniden buluşması gerektiğini, yirminci asrın genç gâzî dervişler beklediğini “Bir Kahraman Bekliyoruz” şiirinde;
İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdâsı var,
Yavuz gibi diyorum; bu dünya insana dar!
Savletinle titresin yeniden doğu-batı
Ve kurulsun Allah’ın ebedî saltanatı...”
dizeleriyle dile getirmişolan ve milliyetçi muhafazakâr bir neslin “çığ başlatan çığlığı” seslendiren ‘öncülerin öncülerinden birisi’ydi. O; kendisini milletine adamış; “Türk milletinin değerleri kaybolmasın diye yalınkılıç cepheye koşmuş ve milletinin mânâsında yok olmuş bir millet mistiği”ydi.
O; 15. Ve 16. Yüzyıllardaki “Türk Asırları”nıinşâ eden 22 milyon kilometrekare toprağa hükmeden Osmanlı Cihan Devleti’nin kolu bacağı budanarak Anadolu Beylerbeyliğinin küçük bir bölümüne sıkıştırılmasına yüreğinden fışkıran bütün hissiyâtıylaisyân etmiş ve “İmparatorluğa Mersiye” adlı şiirinde;
“Bin yıl oldu toprağına basalı
Hayli oldu kılıçları asalı,
Bülbüllerin onun için tasalı,
Sazlar kırık, ayar tutmaz telleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
. . .
Rodopların ak başları yaslıdır,
Serdengeçti gönül, artık usludur,
Rüzgârları bile matem seslidir,
Zafer, zafer der, eserdi yelleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..”
diyerek duygularını dizelere dökmüş 20. Yüzyılın son akıncı beylerindendi.
O; İslam ve Türk düşmanlarının korku dolu rüyası, haksızlığın ve zulmün en amansız hasmı olmuş, inanç ve ideâlleri için alın, zihin ve gönül teri dökmüş ve hiçbir zaman kula kulluk etmediği için;
“Ülkümüz göklerde dalgalanan bir sancak,
Allah’ın huzûrunda eğiliriz biz ancak …”
dizelerini sâdece diline teşbih etmeyip hayâtıyla çekmiş; aksiyoner fıtratıyla, söz ve davranışlarıyla milletin rûhunu, şuurunu ve heyecânını ayağa kaldırmak için hayâtını ortaya koymuş, kalemini kılıç gibi kullanarak matbuat tarihinde destanlar yazmış olan Türk milletinin tek kişilik ordusuydu.
O, düşünce ve duygu dünyasında İslam ile Türklüğün tevhidini yapmış, kalemini kadim değerlerle mayalamış, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız.” diyerek Türk milliyetçiliğinin temel değerlerini veciz bir biçimde özetlemiş; “dîn ü devlet, mülk ü millet” sevdâlıları için Toroslardan esen ılık bir seher yeli; din, vatan, bayrak ve millet düşmanları içinse “içindeki deli rüzgâr”ı kasırga eylemiş; gani gönüllü, çatal yürekli bir Türkmen yiğidiydi…
O; yalnız “Hakk’a tapan” ve sahâbe-i Kiram’dan sonra bu Dîn-i Mübîn-i İslâm’a en büyük hizmeti yapan bu aziz milletin asâlet ve kahramanlığına yürekten inanmış, sağlam bir mü’min ve soylu bir Türk olmanın gururuyla; “Türk milleti benzeyen bir millet değil, benzeten bir millettir. Türk Milleti, besleme bir millet değil, besleyen bir millettir. Nice nice tahtlar, tâclar devirmiş, nice nice milletleri himâyesine almış, onları korumuş, beslemiş bir millettir. Türk milleti, bütün tarih boyunca ağa millet, paşa millet olmuştur. Besleme millet, tâbi millet, tâlî millet değil!..”demiş ve ilk defa kendisinin kullandığı bir tâbir olan “Kültür Emperyalizmi”nin ne büyük bir tehlike olduğunu “Dün Çanakkale’yi geçemeyen kuvvet, bugün başka kanallardan başka usullerle kolayca geçmesini biliyor. Dikkat! Tehlike var!” diyerek çok vurgulu bir biçimde dile getirmiştir. O; asil Türk milletinin hiçbir zaman tâbî bir millet olmadığını ve olmayacağını ifâde etmiş, büyük bir iftiharla “Türk’üz! Türk doğduk! Türk kalacağız!” diye bütün cihana haykırmış aksiyoner bir mütefekkir ve milliyetçi mukaddesatçı diye tesmiye olunan bir neslin -kendisini öne çıkarmayan- mütevâzımîmarlarından birisiydi.
O; dâvâ felsefesini anlatırken; “Bu dâvâ, ayıya dayı demeyenlerin dâvâsıdır.” demiş, bir başka makâlesinde ise; “Alınları kara olanlar, elleri harama uzananlar, kötü niyetler, şer kuvvetler, kirli ayaklar, Allah’a, millete, vatana koşanların yolları üzerine dikilmiş bulunuyorlar. Bunların yüzüne sâdece tükürüyorum!” diyerek alçaklar karşısındaki tavrını çok net ifâdelerle ortaya koymuş, yazılarında ve şiirlerinde bâzen Köroğlu, bâzen Dadaloğlu, bâzen Yunus, bâzenZiyâ Paşa, bâzen de Neyzen olmuş;
“Kula kul olmak için atılmadık meydana,
Biz yalnız hakikate, Hakk’a secde ederiz.
Nasıl girdiyse dâvâ sahipleri zindana
Bilsin ki kahpe zaman biz de öyle gireriz...”
diye şiirler yazmış bir kalem ve kelâm ustasıydı.
O; fikir otağını; Ziyâ Gökalp, Necip Fâzıl, Nihal Atsız ve Nurettin Topçu’nun bulunduğu dairenin merkez noktasına kurmuş, Mehmet Âkif Ersoy’un inanç ve ahlâk çizgisinde yürümüş, “Cemiyet karşısında ben hep Âkif gibi düşündüm. Beni bu mücâdeleye, bu sevdaya atan Âkif olmuştur. Kâinat, varlık, Hak karşısında Mevlânâların, Yunusların yolundayım. İçimde varlığımdan, yaratılışımdan gelen başka bir sevdâ daha var! Türklük sevdâsı” demiş, “Kanlı Bahar” şiirinde;
“İnsanlık nâr içinde,
Kanlı bahar içinde…
Başka âlem isteriz,
Biz bu diyâr içinde…
Âkif’in gür sesinden,
Yunus’un nefesinden,
Gökalp’in hevesinden,
Birşeyler var içimde...
Ben dağların oğluyum,
Tarihim, Niğbolu’yum,
Fetih, zafer doluyum,
Deli rüzgâr içimde…”
diye seslenmiş “Toros yüzlü” bir alperendi.
O; Türkçe’ye hâkimiyetine, şâir duyarlılığına ve his zenginliğine sahip olmasına ve güzel şiirler yazmasına rağmen; “Ben şâir değilim, ama şiirin ne demek olduğunu bilenlerdenim. Çocukluğumdan beri içimde şiire karşı sonsuz bir alâka var.” diye tevâzû göstermesine rağmen yazdığı şiirleri dilden dile dolaşan, kalemini Zülfikâr eyleyip “Allah, millet, vatan ve bayrak” düşmanlarına saldırmaktan, onları hicvetmekten ve hemen her şeyde mîzâhî bir nokta bulup espri patlatmaktan vakit bulamadığı için, sanat yapmak adına lirik ve pastoral şiirler yazmamış didaktik bir şâir; secîli üslûbu, his ve heyecan yüklü muazzam ironisi, çok parlak zekâ ürünü olan esprileri ve müthiş ifâdeleriyle nesri şiirleştiren, yazıları o dönemin Türkiye’sinde en fazla ses getiren ve kitapları halk üzerinde çok büyük tesirler bırakan sıra dışı bir nâsir, Türk milliyetçiliği fikriyâtını kavmî bir asabiyeden, “Türk-İslâm Ülküsü” diye ifâde ettiğimizmedeniyet tasavvuru olan âlemşumül bir çizgiye taşımaya katkı yapan kıymetli bir mütefekkir, önemli bir edip ve yayıncıydı.
O; Tek Parti Dönemi’nin ceberrut iktidarının icraatları ve resmî ideolojinin devlet terörü noktasına varan baskıcı uygulamalarına karşı, insanımızın feryâdı olmuş, Türk milletinin yürek yangınını dile getirmek için “Bu Millet Neden Ağlar” diye bir kitapçık neşretmiş, “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?” isimli eseriyle mahvedilen bir neslin dâvâcısı olmuş, pozitivizmin millî eğitime akseden ibret tablolarını akıcı bir üslûpla anlatmış; vatan millet aşkını ve yürek yangınından yükselen ağıtlarını “Akdeniz Hilâlindir” diyerek şiirleştirmiş, ezansız bırakılan ve câmileri yok edilen ya da müzeye çevrilen şehirlere isyanını “MâbetsizŞehir”de kelimelerle resmetmiş, Şeflik Dönemi’nde yaşanan olaylara eleştiri, mizah ve ironi ile muhâlif bir pencereden bakmış ve Serdengeçti Dergisi’nde yayınladığı nüktelerinin bir kısmını “Gülünç Hakîkatler I-II” adlıyla kitaplaştırmış ve Fethin sembolü Ayasofya Camii’nin 1935 yılında müze hâline getirtilmesine Türk milletinin duyduğu infiâli dile getiren yazıları ve tarihî hakîkatleri“Ayasofya Dâvâsı” ismiyle tel’if etmiş bir erbâb-ı kalemdi.
O; çıkardığı her dergiden sonra tâkibata uğrayıp “savcının oteli” dediği “parasız ev”dekonaklatılacağını bildiği ve bu “mecbûrîmisâfirliğe” “vız gelir, tırıs gider” diyenlerden olduğu için, -hapisten, hücreden, tabutluktan, zindandan ve urgandan çekinmediğini belirtmek sadedinde- her yeni sayının son sayfasına; “Açın kapıları Osman geliyor!” ibâresini koymuş, hapiste yatmayı inancının zekâtı saymış, tam doksan beş kez yazdıkları ve söylediklerinden dolayı hakkında dâvâ açılmış, yüzlerce kez mahkeme koridorlarını aşındırmış fakat bunların hiç birisini umursamamış olan Türk milletinin “ruh, îman ve gelenek köklerine bağlı, taşkın zekâlı” bir kahraman; cesâret, metânet, izzet ve fazîlet timsali bir “cesur yürek”ti.
O; Tek Parti Dönemi’nde 5 sefer, Demokrat Parti devrinde 2 defa ve Milli Birlik Komitesi zamanında ise 1 kez olmak üzere toplam 8 kez tevkif edilmiş, dört buçuk yıl cezaevinde yatmış, , hakkında sayısız dâvâ açılmış, ölünceye kadar aslâ susmamış ve sesini hiç kısmamış; kendi ifâdesiyle“Sekiz defa mahpus, bir defa da meb’us” olmuş, mahpusluğa alıştığı kadar, mebusluğa alışamamış; aktif siyasetin içindeyken bile “dönekliğin kapıda başladığı” politikayı hiç sev/e/memiş, “cebi dolarlı, boynu yularlı kodamanlardan” olmamış, “fakir-fukâraya karşı fevkalâde cömertken, kendi nefsinehep cimri davranmış” ,kılık-kıyâfetine hiç önem vermemiş, hiç kravat takmamış, protokolden hiç hoşlanmamış, hiç salon adamı olmamış, peynir ekmek ve pekmez ekmekle karnını doyurarak rindâne bir hayat yaşamış olan bir Anadolu insanı ve her hâliyle bizden birisiydi.
O; sırtını kurşundan dağlara dayayanların korkulu rüyâsı olmuş; çilesini çekmediği, bedelini ödemediği bir dâvânındâvâcısı olmamış, “Vîran olası hânedeevlâd-ı ıyal var” dememiş, “Müslümanlar bu kadar ezilmeseydi, bu kadar zulüm görmeseydi, belki de ben hiç mücadele hayatına atılmazdım” demiş, Mutlak Hakîkat’e kalbinin bütün zerreleriyle îman etmiş “inanmış bir adam”dı.
O; çok mütevâzı bir insan, kâmil bir mü’min, îmânıkavî bir Müslüman, “Lâle”ye müştak “Gül” aşkını gönül gönderine dalgalandıran bir Muhammed ümmeti, tepeden tırnağa bir Türk milliyetçisi, esir Türk illerinin sevdâsıyla yanıp tutuşan ve;
“Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim ile kar geliyor gardaşım,
Bu hudûdu kimler çizmiş gönlüme,
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım”
diyenAbdurrahim Karakoç’un ruh ikizi olan gözü yaşlı bir Tûrancı ve bu özelliklerinin hepsi de iç içe girmiş halkalardan oluşan hâlis bir Müslüman Türk’tü.
O; dünyada dünyayı ve dünyalığı gözünden silmiş, dâvâ adamının malla mülkle, servetle işi olmadığını, olmaması gerektiğini cümle âleme göstermiş, inandığı gibi yaşamış, yaşadığı gibi inanmış, günümüzde sıkça görüldüğü üzere “lâf ile dünyaya nizâmât” vermemiş, hânesinde“bin türlü teseyyüb” bulundurmamış, dünyevî menfaatler ve makamlar için değişim geçirmemiş, parayı pulu kalbine koymamış, “3-5 arşın kefenlik bez için servete ne lüzum var.” demiş, “bir lokma bir hırka” anlayışıyla yaşamış, dünyada bir tek dikili ağacı olmamış, eline geçen paraları okuttuğu öğrencilere sebîl etmiş, son mal kırıntısı olan İstanbul Aksaray’daki evini ve kitaplarının telif haklarını da Türk Edebiyatı Vakfı’na hîbe edip hesabını vereceği dünya malı bırakmadan bu âlemden göçüp gitmiş gerçek bir ideâlistti.
Hâsıl-ı kelâm; “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına küçük bir millettir.” fehvâsınca; o bütün hayâtını, himmetini ve hizmetini on asırdır İslâm’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine ve onun inanç değerlerine adamış, ‘Allah, vatan ve millet yolunda bayraklaşmış bir bayrak adam’ olmuş “Tek kişilik bir ordu ve tek başına bir milletti...”
O; “Yesi Güvercinleri” ne meftûn bir Müslümandı.
O; şiir gibi duygulu, mehter gibi coşkulu çağdaş bir destandı.
O; zulmün en karanlık döneminde pervasızca kıyam eden gerçek bir kahramandı.
O; “İçi alev alev İslâm, dışı pırıl pırıl Türk, içi dışına hâkim, dışı içine köle” diye târif edilen, “Ciğerine kadar Müslüman, dibine kadar Türk, sapına kadar erkek” diye vasfedilen ve 1947’den 1962 yılına kadar 33 sayı çıkabilen ve her sayısıyla Türkiye’de gündem oluşturan o efsâne derginin ismiyle özdeşleşmiş olan kelimenin kâmil mânâsıyla“SERDENGEÇTİ” bir insandı.
O’nun nüfus kaydındaki ismi, “Osman Zeki Yüksel” olsa da; onun adı milletimizin gönül defterine silinmez sevgi kalemiyle ve altın yaldızlı büyük harflerle yazılmış olan “OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ”ydi…
* * *
Bu günkü gençler; örnek alınması gereken inanmış bir mü’min, gerçek bir Türk milliyetçisi, tam bir idealist, yılmaz bir aksiyoner, çaplı bir münevver, köşeli bir muhalif, mangal yürekli bir mücahit, nüktedan bir gönül adamı, şâir, nâsir, kalem ve kelâm erbâbı, tam bir alperen, kadim bir ülkücü ve Tûrancı olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi hakkıyla tanımıyorlar. Artık onu yakından tanıyanlar ve bu güzel insanla sağlığında müşerref olanlar da terki dünya ediyor ve birer birer BâkîÂlem’e göçüyor. Böyle giderse; Serdengeçti’yi anma toplantıları bile yapıl/a/mayacak ve korkarım ki 10-15 yıl sonra Osman Yüksel’in kaderi de nisyan olacak... Hâlbuki o; her hâliyle örnek bir Müslüman, hâlis bir Türk, hâzâfedâkâr ve aksiyoner bir ülkü devi, bir ahlâk numûnesi bir dürüstlük efsânesi, bir şahsiyet âbidesi ve dünya nîmetlerini elinin tersiyle itengerçek bir dâvâ adamıydı.
Bu sebeple Serdengeçti’yi yakından tanımamız, hakkıyla anlamamız, herkese ve özellikle gençliğe bütün yönleriyle anlatmamız, dikkatlerine sunmamız ve örnek bir karakter tablosu olarak onların hayatlarında yaşatmamız gerekir. Zirâ; dalkavukluğun, dönekliğin, bencilliğin, mal, makam, servet ve şöhret hırsının, menfaatçılığın, eyyamcılığın, dünyaperestliğinayyukaya çıktığı; “Allah, millet ve vatan sevgisi”nin maddeye müncer olduğu, doğruluğun, dürüstlüğün, ahlâk ve fazîletinirtifâ kaybettiği, idealizmin, feragatin ve diğerkâmlığın ahmaklık olarak görüldüğü günümüzde; “Bizim Mahalle”nin Osman Yüksel Serdengeçti’yi “örnek şahsiyet” olarak görüp göstermeye ve yeni Serdengeçtiler yetiştirmeye ne de çok ihtiyacımız olduğu gün gibi ortada değil mi?
Son olarak bir husûsu daha belirtmek istiyorum: Cihattan ricat eden bazı mücâhit taslaklarıyla, ibâdetlerinihûrilerle yaşayacağı Cennet saltanatının aşkıyla edâ eden ham softalar ve “Türk’ü İslâm’dan, İslâm’ı da Türk’ten ayırmak isteyen”bâzınew zuhur selafîler ile Humeynî müsveddeleri; -tepeden tırnağa yekpâre bir îmanâbidesi olup, îmanda zerrece bir eksiği olmayan, ama amelde vâkî noksanlıkları her kul gibi bulunabilen- Serdengeçti için; “Namazsız Müslüman kardeşimiz!” diye alay edip küçümsemişlerdir. Hâlbuki “Serdengeçti Müslümanlığı âdetâ bir kahramanlıktır.” Cenâb-ı Allah hiç kimseye îman noksanlığı vermesin, Yüce Rabbimiz cümlemizin ameldeki eksikliklerini ikmâl eylesin; ibâdetleriniticâret metaı yapanlardan ve zâlimler karşısında eliyle ve diliyle kıyam edemeyip sus pus olanlardan da eylemesin… Âmin…
Söz buraya gelmişken Prof. Dr. Cemal Kurnaz’ın naklettiği, rahmetli Mehmet Âkif İnan’ın şu hatırasına kulak verelim: “Osman Âbi, Serdengeçti’yi çıkarırken Anadolu’yu adım adım dolaşır, abonelerini tek tek ziyâret ederdi. Ben lisede talebeyken Urfa’ya da geldi. Halil İbrâhim türbesinde iki rekât namaz kıldık. Osman Âbi o makamda kıyamda durmanın, secdeye varmanın haşyetiyle öylesine tir tir titriyordu ki… Cereyana tutulmuş gibi müthiş bir sarsıntı, müthiş bir cezbe… Neredeyse adam ölecek sandım. Ancak gözyaşları ile selamını verdikten sonra fırtına dindi, yüzüne tatlı bir sükûnet hâkim oldu. Hüsnü kalple şahâdet ederim ki; Osman Âbi, ömrü hayatında hiç namaz kılmamış dahi olsa, İbrâhim Peygamber’in huzurunda kıldığı o iki rekât namaz Cennet kapısını açmaya yetecektir.” Kıymetli gönül dostumuz Hasan Tülkay Hoca’nın da kemâl-i vukûfiyetleifâde ettiği gibi; “Serdengeçti Müslümanlığı, sıradan bir dindarlık değil; kahramanlık mesâbesinde bir duruş, tavır alış ve hatta bir sorgulayıştır.”
* * *
Ve bu yalan dünyadan, yüreği kefeninden daha beyaz olan; Kıble Yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza (r.a.) duruşlu ve turkuaz düşünceli bir güzel insan, bir “Serdengeçti” daha gök kubbede nipek çok hoş sadâbırakarak Âlem-i Cemâl’e vuslat için Dâr-ı Bekâ’ya hicret etti. Bu güzel insan, bundan 37 yıl önce 10 Kasım 1983 günü 66 yaşında Hakk’a yürüdü. Serdengeçti, ölüm tarihiyle de son nüktesini yaparak ve altmışaltı yaşında, ‘hayatını da, ölümünü de 66’ya bağlayarak’ -inancımız, duâmız ve niyâzımız odur ki- “uçmağa varmak için”“Özlediği Âlem”e şehbâl açtı.
“Yediğin yok olur, yedirdiğin kalır; giydiğin yok olur, giydirdiğin kalır.” fehvâsınca ömrünü tamamlayan ve “Kendini unut ki hatırlanasın, ölmeden önce öl ki yaşayasın.” sırrına mülâkî olan Osman Yüksel Serdengeçti; 11 Kasım’da Hacı Bayram Camii’nde kılınan cenâze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda -4. Kapı, 560. Ada, 451. Nolu Kabir- toprağa verildi. “Gittikçe Artan Yalnızlığımız”a, yeni bir yalnızlık daha ekleyen Serdengeçti; hem “şühedâ fışkıran” vatan toprağının koynuna, hem de gönlümüzün ahfâ tepelerine gömüldü… Zâtenazîz olan vatan toprağımız, Serdengeçti gibi kahraman ahlâkına sahip Müslüman Türk kimliğinin nûmune-i imtisâli olan bir güzel insanı daha sînesinde saklayıp, toprağına ekleyince, inanıyoruz ki daha bir muazzez olmuştur. Yüce Rabbimiz, bu azîz milletin Serdengeçtilerini eksik eylemesin…
Yüce Rabbimizin afv ü mağfireti, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şefkât ve şefaati Osman Yüksel’i perde-pûş eylesin. Serdengeçti’nin mekânı Cennet, makâmıâlî ve ruhu şâd olsun… Cenâb-ı Allah, ona kandım diyene kadar rahmet eylesin, onun kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun ve kıyâmete kadar serâpâ“Gül” kokularıyla dolsun…
Ve sözün bittiği yerde İlâhi kelâm başlar:
“..Küllü nefsin zâigatül mevt..”*
“İnnâlillâhi ve-innâileyhirâci’ûn…”*
Hüve’l-Bâkî…
Osman Yüksel Serdengeçti’nin, cümle şühedanın, ecdâdın ve “evvel giden ahbâb”ın ervâhı için
El Fâtiha...