Piyasalar

“Stalin ve Hapishaneler”

Punto:

“Lager” ismini hiç duydunuz mu bilemiyorum. Duyanlarınız vardır sanırım. Rusça kelimenin yazılışı “лагерь” şeklinde. Rus dilini bilenleriniz veya Kril alfabesini bilenleriniz mutlaka bu ifade ile bir yerlerde karşılaşmıştır. Kelimenin tam karşılığı olarak “kamp” sözcüğünü kullanabiliriz. İnternet üzerinden yayın yapan (https://educalingo.com/tr/dic-ru/lager) Rusça sözlük sitesi kelimenin anlamını şöyle veriyor:
Kamp, geçici veya kalıcı binalar ve yapılar kompleksi olup, insanlara geçici olarak ikamet etmek için özel donanıma sahiptir. Kamplardan tahsis etmek mümkündür: ▪ Dağcılık kampı ▪ Askeri kamp - dinlenmek için askerlerin bulunduğu yer. ▪ Gönüllü kamp ▪ Çocuk kampı ▪ Beceri kampı ▪ Dil kampı ▪ Düzeltici çalışma kampı ▪ Yoğunlaşma kampı ▪ Mülteci kampı ▪ Yaz kampı - Bazı ülkelerdeki çocuklar ve / veya ergenler için yaz programı.
Burada verilen tanıma göre ki doğrudur, kelimenin tam karşılığı bunlar. Göze ve kulağa hoş gelen bir açıklama. Lakin iş Sovyetlere ve Stalin’e geldiğinde bu “lager” sözü kulağa hiç de hoş gelmiyor. En azından benim kulağıma!..
 Yıllar önce Marmara Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda büyük bir akademik toplantı düzenlenmiş ve Stalin dönemindeki Türk dünyası üzerine çok önemli konuşmalar yapılmıştı. Daha sonra bu toplantıları düzenleyen Prof. Dr. Emine Gürsoy-Naskali—Celal Bayar’ın torunu—asistanı ile birlikte Stalin ve Türk Dünyası adıyla kitabı 2007’de yayınlamıştı. Meraklıları için okunmaya değer bir kitap. Türkiye ve Türk halkları için Stalin’in neyi ifade ettiğinin bizim bakış açımızla ele alındığında ortaya çıkan gerçekler bu kitabın sayfalarında yerini almıştı.
Bahsi geçen toplantıya bir bildiri ile katılmış ve Stalin döneminde tutuklanan Türk aydınları ve onların eşleri ile çocuklarının da ağır şartlarda göz altında tutulduğu hapishane, açık hapishane yani lagerlerden bahsetmiştim.
Stalin gibi bir zalimin ölümünün üzerinden geçen yarım asır sonra gerçekler masanın üstüne dökülmüş ve zulmün boyutları ortalığa saçılmıştı. Şimdi ise kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen 15 yıl sonra şu sıralar bulunduğum Kazakistan’ın Karaganda şehrindeki “lageri” kendi gözlerimle gördüm.
“Zulüm” sözünün ve zulüm işleyen “zalimin” ne olduğunu ancak gözlerinizle gördüğünüzde anlamanız mümkün. Hani şair Orhan Veli “Anlatamıyorum” şiirinde diyordu ya; 
Ağlasam sesimi duyar mısınız,  
Mısralarımda; 
Dokunabilir misiniz, 
Gözyaşlarıma, ellerinizle?  
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, 
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu 
Bu derde düşmeden önce.  
Bir yer var, biliyorum; 
Her şeyi söylemek mümkün; 
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; 
Anlatamıyorum.  
Orhan Veli’nin bu şiirini istediğiniz “duygusal” ortama uyarlayabilirsiniz. Eğer Karlag’ı yani Karagandı şehrindeki “Stalin kampını” görmüş olsaydınız orada yaşanmış zulmü anlatmak için kelimelerin “kifayetsiz” yani “yetersiz” kaldığını siz de iliklerinize kadar hissederdiniz.
Elimizdeki bilgilere göre Karaganda’daki “Stalin zulüm kampı” ülkedeki en büyük “işkence” kampı. Evet, yanlış duymadınız “işkence” kampı. Hem de ne kadar büyük bir kamp biliyor musunuz? Fransa toprakları kadar geniş bir “açık ve kapalı işkence” kampı. Yanlış duymadınız, sakın gözlerinize inanmazlık etmeyin.
 Karaganda’daki Stalin işkence kampı, ölçeği, yapısal sisteminin karmaşıklığı ve doğrudan sadece Moskova'ya bağlı olması nedeniyle "devlet içinde devlet" olmuş ve işkence araçlarının gücü nedeniyle "bozkırdaki Cehennem" adını almıştır.
Tarihçi Düketay Şaymuhanov’a göre Karlag, Stalin’in tarifi zor bir gaddarlık ile yürüttüğü zulmün yürek burkan tarihidir. 1932 başında yüzde 87’si Kazak olan yirmi iki bin kişi vardı bu “bozkırın Cehennemi”nde. 1931-1956 arasında bu cehennemde ölenlerin—ölenlerin demeyelim—öldürülenlerin hatta işkence ile öldürülenlerin sayısı bir buçuk milyonu buldu. 
Bu arada 1931-1932’de yine zalim Stalin’in emriyle ellerinden hayvanları alınan Kazak halkının yarıdan fazlasının hayatını kaybettiğini söylememe gerek var mı bilemiyorum. Bunların hepsini Haber37’in sayfalarında resimleri ile birlikte yayınlayacağım. Hafta sonu için gittiğim Astana’da sizler için bir fotoğraf çektim. Onu da koyacağım yazının içine. Açlık yıllarını hatırlatan bir anıt yapılmış. İşte onu da sizinle paylaşacağım. Şimdilik bu fotoğrafı cep telefonumda “duvar resmi” olarak kullanıyorum ki o günleri unutmayayım, unutturmayayım.
Peki bu kampların amacı neydi? Sizce ne olabilir ki? Kampın amacı, Stalinist sosyalizmi inşa etme programını uygulamak için mahkumların ücretsiz emeğini toplu olarak kullanmak. Rejime karşı gelen özellikle aydınlara göz dağı vermek. Kampta öldürülen 1,5 milyon mahkûmun çoğu önce "halk düşmanı" ilan edildiler. Aile üyeleri—eş ve çocuklar—da başka kamplara—özellikle Aljir adı verilen Astana yakınlarındaki kampa—konularak özgürlüklerinden mahrum bırakıldılar. Tutuklular arasında çok değerli bilim adamları, sanatçılar, aydınlar, eskiden partiye inanmış daha sonra işin gerçeğini görünce muhalif olmuş işçiler, hatta okuma yazma bilmeyenler vardı. “Elif”i görse “mertek” diyecek kadar alfabeyi bilmeyen insanlar dahi vardı.
Neydi bunların günahı?
Ana vatanlarını sevmek, kardeşlerini akrabalarını sevmek, ana dillerini saymak, hayvanlarını sevmek, rejimin yaratmaya çalıştığı “hayali” ve acımasız siyasete karşı olmak. Hepsi bu. Açın Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar romanını ve okuyun. Romanın kahramanı Sadık’ın babası bahçesindeki ağaçların yapraklarını sevdi diye sorguya çekilmişti. İyi ki Gulag Adalarındaki lagere götürülmemişti. Gördünüz mü bize “mükemmel” diye yutturulmaya çalışılan “sosyalist” rejimin yaptıklarını? Şimdi şöyle diyenler çıkacaktır; “canım ne olacak sosyalizmin ne kabahati var, hepsi Stalin’in hatası!” Ben de derim ki “Hadi canım sende! Yürü git!”
Hakikati hala göremediyseniz benim de elimden başka bir şey gelmez. Fazla uzatmadan bu haftanın yazısını burada bitireyim. Hatta “insanlık” örneği bir davranışı anlatarak bitireyim ve ileride bu konuyu fotoğrafları ile birlikte uzun uzun anlatacağımın sözünü vereyim. Allah ömür verirse ben de söz veriyorum bu konuya yeniden döneceğime.
Bu kamplara tıkılan “masum” insanlar bir müddet de olsa nasıl hayatta kalabildiler bilir misiniz? Ben söyleyeyim size. Kazak halkının “kurut” adını verdikleri ve bizim de bildiğimiz “kurutulmuş tuzlu yoğurt” parçası ile. Onları kemirerek. Güya mahkumlara “taş” atma bahanesiyle Kazak halkı atmış. İşte o insanlar yardım etmişler. Taş atılıyor zanneden askerler farkına bile varmamışlar bu kurutların. 
Gördünüz mü, zulüm varsa mazlum da var, mazluma yardım eden veya etmeye çalışan insanlar da var. “Kurut” attıkları bilinse onların gideceği yer de orası; lakin “taş” atma bahanesiyle onları besliyorlar. Ne güzel insanlar var hayatta. Kelimeler bile duruma bağlı olarak “anlamını” değiştirebiliyor. Masum bir tanımla “kamp” olarak bildiğimiz “lager” kelimesi Stalin döneminde nasıl bir havaya bürünüyor, gördünüz mü? 
Çin zulmü altında inleyen Uygur kardeşlerimizi gördünüz mü? Her bir Uygur ailesinin yanına bir Çinli “erkek”—nasıl bir erkek ise—yerleştirildiğini biliyor musunuz? Gözünüzün önünde canlandırabiliyor musunuz? Kazak halkının büyük şairi ve aydın insanı Mirjakıp Dulatulı geçen asrın başında—1910’lu yıllarda—yazdığı kısacık şiirinde “Uyan Kazak!” diyordu. Aslında bu sesleniş sadece Kazak halkına değil, hepimize idi. Haydi “uyanalım artık!”
Göresiniz diye sık sık “gördünüz mü?” diye sizlere soruyorum.
Yine ve yeni yazılarda buluşmamız dileğiyle, sağlıcakla kalın!
Kazakistan’dan selamlarımla,
Prof. Dr. Orhan Söylemez