Tarihte bunu beceren binlerce düşünür ve bilge insan hep var olmuştur. Bunlardan biri de 550
sene önce yaşamış olan arif-i billah Ahmedé Cizirî’dir. O bundan beş-on örnek veriyor. Onun
bu konudaki Kürtçe şiirini, yazının içinde güzel bir Türkçe ile vereceğiz. Bu beceri ve
bütüncül bakış açısının daha sonra özellikle günümüzde kaybolmasının beş sebebi ise
şunlardır:
1- Soyut bir duygu olan ve soyut değerleri algılayan akıl, çağımızda beyinden göze indi. Göz
ise soyut konuları algılamada başarısızdır. Sanatkârlar, gözü ve diğer duyuları soyut ve sonsuz
değerlere alıştırmak için çok güzel harika tablolar yapıyorsa da her zaman başarılı
olamıyorlar. Evet, sanatın asıl değeri tuval ve boyada değildir, sonsuzluk ve güzellik gibi
soyut değerleri algılatmadadır.
2- Fabrikasyon tarzında gelişen hayat araç-gereçleri, çağımızda yüzde doksan dokuz somut ve
nesneldirler. Bu ise insanın somut algısını ajite ediyor. Dolayısıyla diğer duygularda, özellikle
geçmiş ve geleceği algılamada insanımız kördür.
3- Geçmişte dinler, dört boyutlu soyut değerleri kavratıyordu. Sonra o dillerin mantığı
kayboldu; bilimler o dinlerin yerini aldı. Fakat bu bilimlerin algısı iki boyutlu olduğu gibi,
veri olarak da 0-1 yani ikili yapıdadırlar. Ne zaman bilimler kuantum veri tabanını kullansa ve
dört boyut algıya sahip olsa, doğadaki dört boyutlu yazılım haline girse, bu tek gözlülük
hastalığımız kaybolacaktır.
4- Kâinatta somut nicelik ve soyut nitelik yasası vardır. Fakat nicelik olunca nitelik
kayboluyor. Çağımızda siyaset ve yönetim biçimi, çoğunluk ve nicelik tarafı olan halk ve
avam ile olunca bütün soyut değerler silinmiş oldu. Onun için Yunan filozofları, halkın
yönetim şekli olan Demokrasiyi her zaman tavsiye etmemişlerdir. Bizde 1908’de İkinci
Meşrutiyet (Demokrasi) gelince bazı alimler bunu; medeniyet-i am (yaygın medeniyet) ve
marifet-i tam (gerçekçi eğitim) ile şartlandırmışlardır. Yoksa o demokrasi hayvaniyete
dönüşür, demişler.
5- Kültürlü insan demek olan Homosapiens yaklaşık 250 bin yıldır var. Biyolojik beyin olarak
tam gelişmiş de olsa bu beynin kurulumu ve başta diller olmak üzere soyut değerleri idrak
etmesi yani vahşilikten Âdemiyete yükselmesi, sadece 30-40 bin öncesine dayanıyor. Evet,
insan teknolojide on bin kat ilerledi ama başta diller olmak üzere soyut değerlerde on bin kat
geriledi. Artık herkes avamdır ve herkes sokak dili ile meramını anlatıyor.
İşte bu beş hastalığı atlatmak için önce, kelime ve dillerden beş adet etimolojik idman
yapacağız. Sonra, gerçek manada varlık ve hayatı tanıma demek olan beş Ontolojik kuralı
bileceğiz. Yazının gelişmesinden sonra, Ahmedé Ciziri’nin irfan dergâhı olan şiirine
bakacağız.
A- Soyut ve somut kelimelerinin etimolojisi: Soyut, soymaktan gelen Türkçe bir kelimedir.
Şekilden, biçimden ve maddeden arınmış, gözle görünmeyen değerler ve varlık yönü manasındadır. Eski dilimiz olan Osmanlıcada buna, mücerred denirdi. Tecrit edilmiş varlık
yönü ve varlık boyutu demek oluyor. Osmanlıcada gazeteye de Ceride denir.
Çünkü gazeteler sayısız haberler içinden sadece, insanımızı ilgilendiren önemlilerini özetleyip
yazardı. Modern Araplar gazeteye, sahife (sayfa) diyorlar. Çünkü artık gazeteler sadece,
duvara asılan bültenler gibi kabul ediliyor.
Somut kelimesi ise büyük bir ihtimal İngilizce somatik (görünen yön) kelimesinden dilimize
girmiştir. İnsan Psikolojisinden kaynaklanan ve bedende somut olarak görünen hastalıklara
Psiko-somatik arazlar denir. Evet, Türkçede İngilizceden gelme böyle çok kelime var. Direk
(direct), Dip (deep) ve Beyin (brain) kelimeleri önemli numunelerdir.
B- Şahıs ve şahsiyet, insanın gerçek varlığı olan ve bilimsel yönü itibarı ile bir yazılım
tarzında çalışan ruh ve benliğinin, görünen somut bedeni yönü demektir. Teşhis kelimesi de
buradan gelir. Hastalığın somut nedenini bilmek demek oluyor. Allah’a şahıs ve müşahhas
varlık denir mi? Çok tartışmalı bir konu. Kelamcılar Allah’ın özgün varlığını çok değerli bir
cevherden bildikleri için, onlara göre, denir. Fakat İbn Sina, denmez diyor. Allah soyut ve
gerekli (vacip) nedendir, diye söylüyor. Üstad Bediüzzaman İşaratül-İ’cazda Allah
kelimesinin açıklamasında Allah için, müşahhas kelimesini kullanıyor.
Eğer bu kelimeyi saf soyutun aksi manasında kullanmıyorsa, bu, sakat bir Allah algısı oluyor.
Çünkü Allah sonsuz olmalı. Yoksa Allah olamaz. Zaten kendisi de bunu bildiği için,
sonsuzluk yönünü Allah’ın özgün varlığına değil de onun sıfatlarına veriyor. Ala külli-i hal bu
yanlış bir Ontoloji olur. Mutasavvıflar bunu bildiği için Gazali: "Kelam, yetersiz bir Allah
algısıdır." demiş. İbn Arabi: "Kelam, tutarsız bir Allah algısıdır." demiştir. (Ekrem Demirli)
C- İşin doğrusu, varlık olarak soyut ve somut ne varsa hepsine Kur’an, Allah ve Rahman
diyor. (İsra, 110) Kur’an, ikisini de bir görüyor. Yani İslam, artı ve eksinin, sıcak ve soğuğun,
akıl ve kalbin ortası olan sırat-ı müstakimdir, dengedir. Evet, İslam dini ancak bu çizgide
gerçekleşir. Bunun dışına çıkılsa, insan ya Yahudi olur, maddi somut yönü esas almış olur
veya Hristiyan olur, sadece ruhani yönü yaşar veya iki zıddı da esas alır; ama onları
birleştirmeye muvaffak olmayan Mecusi olur. Demek asıl olan, denge ve fıtrattır. Fıtrat
kelimesi, mantar gibi canlı olan ve onun gibi hızla gelişen demektir.
D- ‘Adem: Arapçada, yokluk demektir. Ve gerçekte yokluk olmadığına göre, soyut kavramlar
için bu kelime, fikir ve tasavvuf kitaplarında sürekli kullanılmıştır. Farsçası, Hiç kelimesidir.
Nitekim eski mutasavvıfların odalarından Hiç yazılı levhalar hiç eksik olmazdı. Evet, soyut
varlık, gerçekte asıl varlık olduğu halde, zahiren ve insanın ilkel algısına göre, somuta
nispeten yok sayılır. Çok ilginçtir ki Araplarda soyut kavramlar pek olmadığından, kadim eski
Arapçada “adem” kelimesi geçmiyor. Evet, gerçek varlık soyuttur, enformasyondur. Asıl
dayanak odur. Nitekim adem (yokluk) kelimesi de ve inkâr edilemez dayanak demek olan
sened kelimesi de 114 (19*6) ediyor. Kur’an kitap olarak soyut mana ve kavramlardan
oluştuğundan ve gerçek dayanak olduğundan o da 114 suredir.
Dév (dev) Farsçada, cin demektir. Kelimenin asıl etimolojisi, çok büyük varlık manasınadır.
Divan, büyük insanların, mesela vezirlerin veya büyük şiir ve önemli yazıların toplandığı
salon ve klasör demek oluyor. Divane ise cin musallat olmuş kişi yani deli demektir. Arapçası
da mecnun (aklı örtülmüş) kelimesidir. Cennet ise ağaçlarla örtülmüş bahçe manasınadır.
Âdem (İnsan): Toprak ve buğday rengindeki insan demektir. Yukarıda anlatılan yokluk
manasındaki okunuşu, ayn harfi iledir. Bu ise elif harfi iledir. Çoğu zaman bu iki kelime
birbirine karıştırılıyor. Âdem kelimesi, sayısal değer olarak 46 ediyor. İnsanın genlerini
taşıyan 46 kromozoma bakar.
Bu kelime, 46 kromozomlu insanın kadın-erkek, yaşlı-çocuk herkese denir. Erkeğe mahsus bir
kelime değildir. Afrika’da yaratılan ilk insanların rengi siyah idi. Fakat onlar vahşi idi. Ne
zaman kuzeye doğru çıktılar; renkleri buğday rengi oldu. Ve bu bölgede ne zaman dil ve
kültür kazandılar işte o zaman Âdem oldular.
E- Eskiden hatta İslam’dan önce bile insanlar, yuvarlak daireyi aynı zamanda dört köşeli bir
varlık olarak görebiliyordu. Soyut ve somut olarak bütün varlık sistemini Allah olarak kabul
edebiliyordu. Mesela Güneş, yuvarlak bir varlıktır. Ama kadim Araplar güneş evini yapınca
dört köşeli yapardı. Nitekim Arapçada Güneş (şems) kelimesi 400 ediyor. Şa’l (tutuşma)
kelimesi de 400 ediyor. Ve Numerolojide 4 ve 400 sayıları somut maddi varlıkların
sembolüdür.
Şimdi geldik beş ontolojik kurala:
1- Bugün Kuantum bilimi deneyle gösteriyor ki. Varlığın görünür hali olan maddenin en
küçük birimi hem parçacık olarak hem de dalga olarak iki hali yaşıyor. İkisi de doğrudur ve
teknik olarak her iki halinden istifade edilebiliyor. Maddenin ortanca bir hali olan atomlarda
hem sabitlik ve determine durum asıldır, hem atom altı parçacıklarda her saniye milyarlarca
değişik durum ve bilinçli imzalar konuyor. Evrensel diyalektiği nazara almayan bunu
anlamaz. Hâlbuki her şeyde ikili yapı olduğu gibi, fiziğin temel taşı olan atomlarda da
Kur’an’ın Allah’ın yasaları dediği bir sabiteler var; bir de yine Kur’an’ın emir ve yönetmek
dediği değişkenlik boyutu var. Bazılarının iddia ettiği gibi kâinat indeterminist değil sadece.
Aynı zamanda onda sonsuz yasalar var. Kâinat, genel karakteriyle düzenli ve deterministtir.
Bu ise, evrensel diyalektik yapı gereğidir.
2- Yine Biyoloji ve Psikoloji bilimleri özellikle Carl Jung ismindeki bilim adamı gösterdi ki:
Her erkekte bir kadın (anima) her kadında bir erkek (animus) mevcuttur. Din de diyor ki:
Âdem, beden ve doğurganlık yönü ile Havva’dır, Havva da inanç, ruh, kişilik ve bilgi olarak
Âdemdir. Şöyle ki:
“Madde dişildir ve ikinci derecede bir varlıktır. Asıl ve eril varlık, ruh ve bilgidir. Madde
ruhtan oluyor. Ama maddeden asla ruh olmaz. (İncil) Âdem, ruh ve soyut değerler demektir.
Havva ise madde ve beden demektir.” (Kur’an)
Bazı insanlarda bu iki yön birleşir; ama bu lanetli bir durum değildir. Yaratılış şehididirler.
Kendilerine has manevi ücretleri var olur. İslam onları kınamıyor. Sadece fuhuş olmasın diye
belli izolasyonlar getiriyor. (Nisa Suresi)
3- Dualite, zıtların diyalektiği ve barışık durum. Şöyle ki: Varlığın özü birlik ve denge ise de
varlığın sonsuz güzelliğe doğru gelişmesi için diyalektik süreç yani zıtların zahiren çatışması
ama aslında dayanışması olan gerçeklik, sonsuzluğu anlamada ve soyutu aynı somut, somutu
aynı soyut görmede tahakkuk eder. Çünkü varlık bir tanedir, sonsuzdur, iç diyalektiği tam
barışıktır. Ve görünen evrendeki sayısız zıtları dengeleyerek barıştırır. Hz. Muhammed
(a.s.m.) bu hakikati iki sözüyle şöyle dile getirmiştir:
a- “Ey Allah’ım sen selamsın (barışıksın) ve evrendeki bütün dengeler ve barışıklıklar da
sendendir. Sen aslında ve özünde bir olan varlığı ve hayatı böyle artı-eksi, dişil-eril yaparak,
onları bereketlendiriyorsun.
Bu ikili durum asıl değildir, çünkü sen çok bereketli olduğun gibi bütün zıtlardan
münezzehsin, aşkınsın.” (tebarekte ve tealeyte).
b- “Allah’ın zıtlar şeklinde iki eli var. İkisi de sağdırlar.” Nitekim başta sonsuzluk olmak
üzere bu hakikatleri bilen ehl-i tasavvuf, şeytanı da iyilik olarak görüyor. Ona Azazîl
(Allah’ın Bilgi Meleği) diyorlar. Evet, o olmazsa bizim saf meleklerden hiç farkımız kalmaz,
dünyayı işletecek, bayındır hale getirecek kimse bulunmaz.
4- Varlık bir tanedir ve sonsuzdur. Varlıktaki soyut boyut, somut kadar harika ve etkindir.
Somut boyut da soyut kadar harika ve etkindir. Varlığın bu birliği ile beraber onun üç ana
damarı var. Sonsuz bir enerji, sonsuz bir yazılım ve sonsuz evrim (gelişme temayülü). Dinler
bu üçlü yapıya, kudret, ilim ve irade diyor. Üstad Said Nursi, kudret aynı ilim ve iradedir,
irade ve ilim de aynı kudrettir, diyor. (28. Lem’a)
5- Vahid ve Ehad Birliği: Ehad, Allah’ın nokta görüntüleri demektir. Vahid ise onun bütün
sonsuz varlığı ve birer alt dosya olan her şeyi kuşatan boyutu demektir. Vahid, bir olan; ondan
başka varlık olmayan manasındadır. Ehad ise çok çok birlikler sahibi manasındadır. Bu iki
temel kavramı yine ancak Kur’an’dan tam öğrenebiliriz. Şöyle ki:
Allah’ın Sonsuz Varlığı ve İnsan Özgürlüğü
“Azamet benim eteğimdir, Kibriya benim cübbemdir.” (Hadis-i Kudsi)
Allah’ın bu sözünün bugünkü Ontoloji bilimiyle ve her iki kelimenin etimolojik yönüyle:
Tercümesi şöyledir: Somutluk benim eteğimdir. Sonsuzluk benim cübbemdir.
Bu ayet, Allah’ın özgün varlığı olan ilmini anlatır; kader de ilim nev’indendir. İlim
gerçek varlıktır. Allah’ın ilmi yazılım tarzında tecelli eder. Yani öyle uzaklardan
projektör gibi yansımıyor. Projektör gibi algılayanlar İnsan ile Allah’ı birbirine
karıştırıyorlar.
Kur’an’ın bu ontolojik ayetini anlamak için şu beş bilgi notunu önceden bilmek gerektir:
1) Varlık, soyutuyla somutuyla sonsuzdur. Dolayısıyla, yokluk diye bir şey yoktur.
2) Asıl varlık, bilim adamlarının soyut datalar ve yazılım diye dile getirdiği bilgidir. Bu konuda Prof.
Dr. Türker Kılıç Hocanın çalışmalarına bakılabilir. Gerçekten tam bir yazılım filozofudur.
3) Allah kelimesinin belirsiz hali olan İlah kelimesinin etimolojisi, Soyut ve Sonsuz olduğu için
yalnızca kendisine tapılan demektir. La İlahe İllallah, sadece sonsuz olana tapılır manasına gelir.
Ulûhiyet tevhidini bildirir. Allah kelimesi, belirlilik edatı (Lam-ı tarif) alan halidir.
Demek Allah, soyut boyuta bakar; Rahman, somut boyuta bakar, Rahim ise aradaki varlıklara bakar.
Üçü de birdir. O’nun Ehad (çok birlik sahibi) ismi ise, her yerde bulunduğunun ve her şeyde
göründüğünün ifadesidir.
Evet, sınırlı varlıklar, sınırlı olmaları ile beraber sonsuzluğu gösterirler. Çünkü ancak sonsuz bir enerji,
yazılım ve gelişme süreci ile onlar var olabilirler.
4) Bu ayette geçen Hayy ve Kayyum (Diri ve Ayakta Tutan) isimleri, bütün biyolojik ve fizik
varlıklardır. Evet, Allah’ın isimleri, kâinattaki hakikatlerdir. Bu hakikatler, Allah’ın sonsuz soyut
varlığının devamıdırlar. Ondan ayrı varlıklar değiller. Çünkü isim-müsemma birdirler. Bir görüşe göre
bu somut varlıklar, süreç, yönetim ve sistem olarak sonsuzdurlar; diğer bir görüşe göre, fizik olarak da
sonsuzdurlar. Birçok kâinat var ve birçok Big-Bang vardır, diyen görüşe göre…
Demek Arapça olarak kullandığımız sözcükler, Allah’ın isimleri değil de O’nun gerçek, somut
isimlerinin isimleridirler. (İbn Arabi, Ansiklopedi)
5) Ayette geçen Allah Kürsüsü, kadim tefsirlerde Allah’ın ilmi diye geçiyor. Kralın, üzerinden devleti
yönettiği Taht demek olan Arş ise, Allah’ın kudreti (gücü) diye tefsir edilir. “Rahman (somut varlığı
da olan) Allah arşa istiva etti.” ayeti, Allah somut tecellisi ve kudreti ile bütün varlık ve kâinata
egemen oldu, manasındadır.
Ben merak ediyordum: Allah, gücüyle her şeyi kuşatmış yönetiyor. Neden, Arşı gökleri ve yeri
kuşatmış, denmiyor da Kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmış deniyor? Sonra asıl varlığın ilim ve yazılım
olduğunu ve her şeyi kuşattığını öğrenince, bu ayetin önemli asıl bir nüktesini bilmiş oldum.
İşte şimdi bu mucizevi ayetin tefsirine geçiyoruz:
2/255- Allah, O’ndan başka ilah olmayan sonsuz Varlıktır: (Ana dosyadır.) Hayy ve Kayyum’dur: (O
ana dosyanın fizik ve biyolojik bütün icraatı (tali dosyalar) da sonsuzdur. Evet biyolojik, ekolojik ve
özellikle Kuantum fiziğindeki etkileşim bilgi-işlem hacimleri sonsuzdur. Sadece bu tali dosyalarda
bazen devre dışı kalış oluyor. Yani bazen onları uyku ve esneme tutuyor. Ana dosyada ise asla devre
dışı kalmak yoktur). Evet, uyku ve esneme asla o ana dosyayı tutmaz.
Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nundur. (Yani, fizik ve metafizik diğer bütün dosyalar, O ana dosyaya
bağlıdırlar.) O’nun izni olmadan, hiç kimse O’nun yanında şefaat (etki) edemez. (O’na ortak olamaz.
Yoksa dosyalar arası etkileşim, yardımlaşma ve dayanışma vardır.
İşte meşru şefaat budur. Demek şefaati haksız torpil diye anlayanlar yanılıyor.)
O, onların geçmişlerini ve geleceklerini: önlerini ve arkalarını bilir. (Yani Allah, o tali dosyaların
sadece şimdiki bilgi-işlemlerini değil de birer yazılım olan geçmiş ve geleceklerini, yani önlerini ve
arkalarını da bilir.) O’nun istediğinden başka, O’nun ilminden (yazılımlarından) hiçbir şey tam
öğrenemezler: (Kuşatamazlar). Evet, insanoğlu enerjiyi ve evrimi bir derece biliyor. Ama yazılım
tarzındaki sonsuz, derin bilinci ve planı henüz tam keşfetmiş değildir.
O'nun kürsüsü (ilim ve yazılımı), gökleri ve yeri (metafizik ve fizik âlemleri) kuşatmıştır. Yer ve
göklerin (o fizik ve metafizik âlemlerin) muhafazası, O’nu yormaz. (Çünkü O ana dosya, aynı
zamanda ana bellektir de.)
O, Aliyy ve Azimdir. [Yani soyut ve sonsuz olduğu için yüce ve aşkındır: (Buna uluvv denir.). Aynı
zamanda somut büyüklük olarak da sonsuzdur. Buna da azamet denir.] Evet, varlık bir tanedir,
soyutuyla, somutuyla sonsuzdur. Nitekim bu ikili yapıyı ve bu sonsuzluğu bilmeyenler, varlık ve hayat
hakikattir, diyemezler.
Şimdi arif-i billah Molla Ahmedé Ciziri’yi ziyaret edeceğiz; irfan noktasında ne kadar geri
kaldığımızı göreceğiz. (Alfabetik Divan, Dal Harfi)
“Varlığın özü olan birlik esprisi, evrenin başından ta sonuna kadar her şeyi kaplamıştır.
O, öz varlığı itibarı ile birdir, biriciktir. Fakat bu birlik, yazılım tarzındaki birliktir. Sayı
tarzındaki birlik değildir.
Zamansızlıkta ezel ebed birdirler. Allah’ın zaman üstülüğü, ona ne ezeli ne de ebedi (ne başı
var ne sonu var) diyebiliriz.
Vahidiyet ve Ehadiyet, samediyet (ihtiyaçsızlık) noktasında farklıdırlar. (Yani Vahidiyette O
hiçbir şeye muhtaç değildir: Azizdir. Fakat Ehadiyette sınırlı somut imkanlarla tecelli ettiği
için insanları kendi yardımına çağırır: Hakimdir.) Evet, gerçekte ikisi birdir. İster Vahid de
ister Ehad de.
İyi bil ki deniz birdir, ona ister dalga de ister kabarcık. Özünde hepsi sudur. İster sıvı su olsun
ister katı buz.
Kâinat, içinde Ehadiyet güneşini tutmuş. Onun görünmesini engelleyen bir bulut yok, ama
gözlerimiz hastalıklı.
Bütün kişiliklerin, put yapılmış diğer bütün tanrıların maddi güzelliği, o hiçbir şeye muhtaç
olmayanın manevi güzelliğindendir. Put edinilmiş sevgililerin görüntüsü o sonsuz Samed’in
yansımasıdır.
Aslında deniz çölden farklı değildir. Onun yüzündendir ki su kaymak bağlamış toprak olmuş.
Allah her gün, her an farklı bir iştedir. Her yürüyen varlık O'nun feyiz ve desteğinden medet
alıyor.
İblis, eti para etmeyen Âdem'de bilimlerin esprisini bilseydi, anında tekbir getirir ona secde
ederdi.
Evet, O bir tanedir ve sonsuzdur. Ne zaman ne mekân ne yön ne de sınır yoktur. O'nda ölçüler,
detaylar, hesap ve sayı yoktur.
O'nda ne zıtlık ne gereklilik olmadığı gibi, O, başka hiçbir şeye kıyas da edilmez. Benzeri de
bulunmaz. Ne doğurmalar ne ilaveler kabul eder ne ruhtur ne de ceset. İkisinin birliğidir.
O'nu anlamada benim algı gücüm acizliğe varıyor. Akıl yorgun düşüyor. Ne zaman anlamaya
kalksa tak diye yere yıkılıyor.
Teorik alanda başta da sonda da acizlik ve şaşkınlık egemendir. Yaratılmışın kısır bakışı nasıl
Yaratanı kavrar.
Ey Molla birkaç kelime irfan ve tanımayı elde et. Bu irfan ve tanıma cevherine akıl ile
ulaşılmaz.
(Akıl kapasitesi sınırlıdır. Fakat o sevgilinin güzellikleri sonsuzdur. Ancak sonsuz olan
kalbinle ona kavuşabilirsin.)”
Güncel Bir Nükte: Bugünlerde herkes, özellikle Devlet Bahçeli Bey, Türkler, Kürtleri
Türklerden fazla sevmeli; Kürtler de Türkleri Kürtlerden fazla sevmeli, diyor. Fakat
bilmiyorlar ki bunu ancak, soyutu somut, somutu soyut gibi görenler ve lokali evrensel,
evrenseli lokal bilenler becerebilir. Ayrıca deniyor ki: Bunun da birinci anahtarı
Demokratikleşmedir. Fakat yukarıda değindiğimiz gibi Demokratikleşme, yaygın bir
medeniyet ve gerçekçi bir eğitim ile olabilir ancak. Bu ise bizde olmadığından boşuna zaman
kaybedilmesin, diyorum. Evet, daha senelerce cehalet ve savaş cehenneminde pişmemiz
gerekiyor galiba.
Son Bir İlave: 28 sene önce soyut ruh ve somut ceset birliğini bir yazımda şöyle
özetlemiştim. Hiçbir tarafına dokunmadım; sanki bugün yazılmış gibi gördüm. Aynen buraya
alıyorum. O zaman yazılım gerçeğini de bilmiş olsaydım yazı çok daha zengin olabilirdi.
Ruh Üzerine Bir Haşiye
Bir tek hakikat, bir tek gerçek, bir olmasına rağmen değişik açılardan, değişik boyutlardan,
değişik ve farklı görünebilir. Fakat bütün o değişik görünüşlerin birleşebildiği bir ortak nokta
bulunur. Meselâ: kâinatta düzen ve yasalar vardır. Ve bu düzen ve yasaların gereği olarak
genel bir determinizm görünmektedir.
Ve bu determinizmin o kadar çok yararları ve hikmetleri var ki, onu kurmak ve kanunî bir
şekilde devam ettirmek de başlı başına olağanüstü bir şeydir. İşte bir tek gerçeğin iki yüzü...
Ayrıca kâinatın düzeni kurulduğundan beri o kadar çok mucize ve olağanüstü olaylar olmuş
ve oluyor ki, neredeyse onların da kendine göre bir olağan kanunları var denilebilir. İmam-ı
Gazali’nin dediği gibi: “Her tabiî olayın bir mucizevi tarafı olduğu gibi, her mucizenin de
kanunî bir yönü vardır.” İşte o tek gerçeğin diğer iki yönü... Başka, beşinci diğer bir yönü var
ki, sebep de sonuç da kanun da mucize de ruh da madde de tek bir noktadan kaynaklanıyor
olmasıdır. Bu da her şeyin temelinde yatan tevhid gerçeğidir.
İslâm ve hanif (İbrahimi) dinler temelde bu tevhidî görüş üzerine gittikleri için gerek fikrî
gerek sosyal açıdan ruh-madde, kışla-cami gibi düalist bir yaklaşıma yanaşmamışlardır.
Cesede ruh kadar önem vermişlerdir. Suya, manevî bir özellik olan rahmet ismini takmışlardır.
Büyük bir veli ve arif-i billah olan Molla Ahmedê Cizîrî Kürtçe şöyle demiştir:
“Ruh u cesed her du yek ın
Ezel ebed her du yek ın
Ferq tinene çı wahid u çi ehad
Yani nasıl ki, ezel ve ebed zaman için, bize göre ayrı birer kavramdırlar, zaman üstü için ise
bir tek hakikati ifade ederler, o da zaman üstülüktür. Cesed dahi, ruhun üç boyutlu dünyada
maddî bir elbise giyip görünmesidir. Ve bu üç boyutlu maddî cesed, -evliyalarda olduğu gibi-
nuraniyet kazandığı zaman, yani başka boyuta geçme imkanını kazandığında, ruh gibi, bir
anda çok yerde görünebilir. Vahidiyet ve ehadiyet de bir, fakat itibarî olarak değişik
kavramlardır. Güneşin bütün her şeyi kuşatmasına vahidiyet denilir. Ve her şeyin yanında
bütün renk ve özellikleriyle bulunmasına ehadiyet denilir. İşte güneşin birliğiyle beraber
değişik iki yönü...
Evet gerçeğin değişik ve çok boyutları olmasına rağmen, zihnimiz, bu atomik, maddî üç
boyutlu dünyaya göre dizayn edilmiş, kolay kolay bu alışkanlığını bırakmıyor. Başka bir
âlemden, başka bir boyuttan bir hakikati yakalasa da onu ille de üç boyuta indirip öyle
düşünür. İşte bundandır ki, ruh ile ilgili değişik kitaplardaki bazı izahlar, maddî, üç boyutlu,
ruhun özellikleriyle ilgisi olmayan şeylerdir. Eski çağlarda soyut, nuranî hakikatler, sembolize
edilir ve öylece ifade edilirdi ki o semboller, âlem-i misal ve insanın bilinçaltı sembol stokları
ile örtünürdü. Fakat materyalize olmuş bu çağda, o soyut ve nuranî gerçekler ya inkâr edilir ya
materyalize edilip öylece anlatılır.
İşte gelin, determinist ve maddî âlemin yaradılış formülü olan ikili sisteme göre düşünen zihnî
yeteneklerimizi bu âlemde bırakalım; başka boyutlara açılma imkanını bulabilen, sezgisel
kalb ayağı ile başka bir âleme ve boyuta geçelim. Eksik olan bu dünya kavramlarıyla dahi
olsa o ruhun bazı özelliklerini anlamaya çalışalım.
1- Bir ayet-i kerimede 1 “Yaratmak (halk) da emir de (ki ruh, emrî (komutsal) bir şeydir) Allah’a
mahsustur” denilmektedir. Halk, maddî sebep-sonuç dünyasının şekillenişi demektir. Emir ise,
maddî âlemin sebep-sonuç gibi özellikleri olmayan, Allah’ın sadece bir sözü ile olan
ruhanîyattır. Tevhid gereği olarak ikisi de Allah’a mahsusturlar.
2- Kur’an, ‘vahye’ de ‘ruh’ ismini veriyor. Vahiyde de sebep-sonuç düzeni yok. Vahiy manası,
bir ruh gibi, girdiği dilin kelimelerine can verir, en güzel bir kitap olarak ortaya çıkar.
Ve onun mesajları o kadar olağanüstü ve mucizevidirler ki, girdikleri topluma can ve hayat
verirler. Ve insanlık onların benzerlerini bulamamaktadır.
3- Ruh, bir birlik kanunudur. Girdiği boyut ve ortama canlılık verir. Bizim bildiğimiz frekans ve
ışık türlerinden olmamakla beraber, o kanuna nuranî bir seyyale-i latife giydirilmiş, somut bir
kanun olmuştur. Bitkilerde ise o kanun, soyut olup somut bir melek tarafından icra edilmektedir.
4- Biz şimdiki insanların bilgi sahası, eşyanın sebep-sonuçlarını, maddî kanunlarını bilip
formüle etmektir. Halbuki varlığın özünde, ruhun yazılımında, hayatta, enerji ve ışık
türlerinde sebep-sonuç ve determinizm olmadığından, mahiyetleri tam bilinemiyor. Meselâ:
İnsanın yaratılmasının kanunî bir şekli olmasına rağmen, o insanın oluşması için bir hücrenin
ve bir deri parçasının yetmeyeceği anlaşıldığından, insanın yaradılışının mahiyeti tam izah
edilememektedir. En azından maddî sebeplere irca edilemiyor.
5- Kâinat bütün boyutları ile, bütün âlemleriyle ruh, melek ve cinler ile doludur. Maddenin
başardığı hiçbir şey yokken, her olayın, her şeyin özünde yatan, ya bir ruh veya bir melektir.
Kâinatın bu şahane kemalatı ve güzellikleri ve yüksek hakikatleri; şuursuz, katı, kırılmaya ve
dökülmeye, dağılmaya ve entropiye müsait olan maddeye irca edilemez. Şuur, yani farkına
varmanın farkına varmak, maddede yoktur. O, ancak ilahî özellikleri, “ol” emrinin sırrını
(tetikleme esprisini) taşıyan ruhla ve ruhun özü olan yazılımla mümkündür ki maddeye
yansımaktadır. (Merhum Ayhan Songar, Çeşitleme kitabına bakınız.)
Evet, biri seni sever ve sevgisini bir elma ile ambalajlayıp sana takdim ettiği gibi, her ruhî
olayın genellikle üç boyutlu, maddî dünyada bir görüntüsü olmaktadır. Bahar, bütün erzak ve
güzellikleri ile Allah’ın soyut olan rahmetinin maddî ambalajını giymiş, hayvanlara ve
insanlara bir hediyesidir.
6- Maddî ve ruhanî âlemler hem ayrı şeylerdir hem iç içedir. Hem birbirinden etkilenirler.
Fakat asıl olan ruhtur. Bilgisayarı değerli kılan içindeki program ve yazılımdır. Bir dua ile, bir
ayet ile, iyileşemeyecek çok hastalar iyileşiyor, hatta hayvanlar dahi iyileşiyor. Bu konuda
tecrübeler çoktur. İmanın en birinci gereği olan tevekkülü yaşamayan bir insan, önce ruhî
korkulara sonra bedenî streslere maruz kalır. Zaten Kur’an ve İslâm nazarında -başta da ifade
ettiğimiz gibi- Yunan düalizmi gibi birbirinden ayrı kopuk bir düalizm yoktur. Her şey bir tek
hakikatin değişik görüntüleridir. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade ediyor: “Beden ruh ile
mütelezziz, ruh beden ile mütehassistir.” Evet bir insanın idam kararı çıkmışken, ruhu azap
içinde iken, bedenî ne yapsa da lezzet alamaz.
1 A’raf: 54
Bazen de rüyada veya uyanık iken, birkaç gün veya birkaç hafta veya birkaç seneden önce,
sonradan başına gelecek bir musibeti sezer veya görür, mustarip olur. İşte bu gerçek için,
“Ruh hastalanmaz” diyen bazı arkadaşlarımız yanılıyorlar, diyebiliriz. Gerçi onların da böyle
demelerinin bir gerçek payı var. Çünkü ruh bölünmez, parçalanmaz, yıpranmaz bir bütün
olarak bir kanundur. Fakat bu kanun, maddî boyutu olan hücrede olduğu gibi, gelişebilir,
nuranîleşebilir veya habisleşip körelebilir, elem içinde kalır.
31.01.2025
Bahaeddin Sağlam