Punto:
Dinle
Rabia
Tahattur
Demek ki yirmi yıldan fazla olmuş. Şehri anlama derslerine giriyordum. Dersin adını, tabii haddimi fazlaca aşarak, 'Rahman, Rahmet ve Şehir' diye kısaltabilirim. Rabia hakkındaki tahkikatım o zamanlara, yani tanımamın üzerinden çeyrek asır geçtikten sonraya aittir. O'na dair bir yazı da yazmıştım: 'Merhamet Şehirden Giderken'. Yazı kafamdaydı ve hâlâ orada. Yazımın etraflı bir tenkidine başlamam çok sonranın işi. Merhametin şehre ne zaman geldiğini henüz bulabilmiş değilim. Bulamayacaksın da, dediyse içinizden biri, katiyen haklıdır. Belki merhamet toprağın altında hep vardı ve bazen filiz verip bazen de kök saldı. Frankfurt Okulu'na başlamam, kenosis'i öğrenmem daha sonradır ve Rabia'ya dair bir yazı elbette Rabia'ya benzeyecektir. Biçare, mazlumu da teşmil etmek üzere, mazlumdan çok mahkur ve her şeyi ile döküntü hâlinde. Bütün bunları tahmin ve kabul ederek bu yazıyı okuyacağım, diyenleri vazgeçirmek için şunu söyleyeyim: Rabia dediğim, mahalli telaffuzuyla "Laylon Rebiye"dir.
Şimdi, ümit ederim bir kısmınız, Mustafa Duman da Rabiat-ül Adeviyye'yi yahut Rabia Hatun'u yazacak değildi ya, diyerek; bir kısmınız da genelevden atılıp dilenerek ölmüş bir kadının hikâyesini hor görerek okumaktan vazgeçer.
Buradaki yazıların okunma sayılarının Orhan'a fayda sağlayıp sağlamadığından haberiniz var mı? Eğer tahmin ettiğim gibiyse, söyleyin Orhan'a, fazla okunmuş yazılarıma mahsup etsin.
Babilhane
Geniş coğrafyamızın kadim kültürlerine alaka duymuş eşhası şahit tutarak söyleyebilirim ki mesleklerin en eskisinin fahişelik olduğu iddiası tamamen boş bir iddia değildir. Sıra, yine aynı eşhasın şahadetiyle tamamen dolu bir iddiada: Fuhuş, en fazla Babil ile anılmış ve uzun asırlar boyunca, fuhuş yapılan yerlerden Babilhane diye bahsedilmiştir.
Arkadaş, iş yerinde mesuliyetten mahrum ve edep ölçülerine uzak şekilde davranan personeline kızıp bağırıyordu: "Ne ula, bura Babılğana mi?"
Kelimeyi doğru kullanıyor, fakat manasını bilmiyordu. O'nun yerine de merak edeceğimi biliyorsunuz. Tıpkı O'nun gibi, uzun zaman ahali kelimeyi manasını bilmeden doğru kullanmıştır. Bidayette ve manasını bilerek kullananların ketumiyetini hürmetle yâd edelim.
O ketumiyetin kerhane ile zayıfladığı aşikâr. Zayıflık müteradifin ilavesiyle atlatılır. 'Kerhaneci', çocuk sevme ve sevdiği çocuğu cesaretlendirme maksadıyla da kullanıldı.
'Umumhane' daha sonranın ve muhtemelen 19. asrın icadı. Hatırlayanlarınız çıkacaktır: Avam 'kerhane' der ve biraz okumuş yazmış yahut onlara bulaşmış olanlar 'umumhane' derlerdi.
Umumhanenin genelev olma vetiresini zaten biliyorsunuz, ben de tekrarlayayım: Öztürkçe(!) heveskârlığının tercüme faaliyetleri cümlesindendir.
Burada duralım. Bir: Benim katiyyen ikna olmadığım, kerhane'nin kerihhane'den geldiği iddiası bir köşede dursun. Başlı başına bir yazı cesametine ulaşacak dil tartışmalarıyla kafanızı şişirmek istemem.
İki: Dünyada hiçbir rejim bizim mazlum Cumhuriyetimiz kadar cumhurunun iftirasına uğramamıştır. Bu ülkede Cumhuriyet banilerinin bile isteye genelev açıp çocuklarımızı oralara düşürmek istedikleri iddia edilebildi. Fazlası var da söylemeye utanırım. Mazlum Cumhuriyet, 1930'da Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nu çıkarırken gayet naif bir şekilde 'umumi evler' ve 'umumi kadın' tabirlerini kullandı ki o tarihte ahali Babilhaneyi de kerhaneyi de asırlardan beri biliyordu. Bu kadar yeter.
Haber
Benim, Hıfzıssıhha Kanunu'nun diliyle umumi kadınlardan haberdar oluşum ortaokul sıralarındadır. Dâhil olduğum içtimai çevrenin her şeye değilse de birçok şeye bakışı sufilerin gösterdiği yerdendi. Sufiler bakılacak yeri göstermiş, fakat idraki kendi idrak derecelerine yükseltememişlerdir. Kanaatim, bunu sufilerin kusurları arasında saymamak gerektiği yolunda. Kabı, ancak kabın hacmi mikyasında doldurabilirlerdi. Çerçeve budur ve ahali telifcidir.
Ahali, telifciliğinin bir neticesi olmak üzere, sufinin zaviyesine, zenginlere olan tarihi husumetini ve anneyi mutlaka taziz mecburiyetini de ilave eder.
Bahis mevzuu hacıyı sevmiyor ve onun Hacc'a giderken paralarını kerhaneden değiştirdiğini, galiba inanarak söylüyorlardı. Zaviye dedim ya. Düşmüş kadınlara, kazançlarını taziz yoluyla merhamet. Ben böyle anlamak istiyorum ve böyle anlatacağım.
Diğeri biraz daha çetrefilli. Ahalinin ortak kanaati, annesi kerhaneye düşmüş bir evladın, annesini sırtında götürüp getirmesi gerektiği yolundadır. Gelin buradan da anneyi ve anneliği taziz neticesi çıkaralım. Pekiyi, çetrefilli kılan ne? Bu çevre dâhilinde, bırakınız daha fazla yakınlığı, bir umumi kadınla aynı otobüse binmiş bir kişi dahi yoktur.
Artık kerhaneye geçebiliriz, tabii tarihinin en meşhur ismi Üftadiye üzerinden.
Üftadiye
Galip ihtimal olmak üzere, bu isim Üftade'nin müennesi olarak kullanılmışsa yukarıda söylediklerim artık katidir. Bir velinin de adı olan Üftade, malum; düşkün ve biçare demek.
Kendisi için yazılan türkü meşhurdur: Yükü yükledim kediye.
İşte bu Üftadiye Erzurum genelevinin sermayelerinden biridir ve ben onu tanıyanlara, artık 'Ah kölen olayım Vanlı' diyecek hâlleri kalmamışken yetiştim.
Genelev, resmî kayıtlarda Şebboy Sokağı olarak geçer ve 'şebboy', dilimize 'gece kokusu' demek olan 'şebbû'nun galatı olarak girmiştir. Adını bulanları tebrik etmek lazım da, sokak hiçbir zaman o adla anılmadı. Bir sarhoş narası haricinde: "Ki seninle ben istesek yakabilirdik Şebboy Sokağı bir baştan bir başa." Arif Nihat Asya'dan intihal olduğunu da fark ettiniz.
Şebboy Sokak, raconda sadece 'sokak' diye geçerdi. Diğer adları, yakınındaki bir ilkokulun adı, mektep, okul filandı. Faytonla ulaşıldığı çağlara yetişemedik; taksiyle gidilen dönemlerde taksicilere bu isimlerden birinin söylenmesi kâfiydi.
Rabia, Şebboy Sokağın Üftadiye'den bir sonraki kuşağına dâhildir. Dönemin fazla bilinen üç isminden ikisi meşahir-i meçhule'den ve birisi tamamen meçhuldür. Tamamen meçhul olan Asiye. İsmi hep Rabia ve Safiye yahut Sefiye ile anılırdı ve hakkındaki bütün bilgim, bütün gayretlerime rağmen buradan öteye geçemedi.
Sefiye'de işim zor. Ancak Erasmus'un yahut Foucault'nun yazabileceği bir kadını benim yazmamı beklemezsiniz herhâlde.O zaman kuru bilgi: Deli Sefiye namıyla marufken tanıdım, kaybolacağı güne kadar şehirde o namla ve başıboş dolaşmıştır.
Rabia ve Safiye. Hikâyeleri çoğu zaman birbirine karışır ve muhtemelen doğrusu budur. Rivayet, esrar içtikleri için genelevden atıldıkları yolundaydı. Doğrulatamadım, çünkü doğru değil. O kuru içeceğin mebzul miktarda tüketildiği bir yerden o sebeple atılmış olmaları muhal. Kanaatimce atılma sebepleri şimdi 'davranış bozukluğu' denilen hesaplanamayacak tepkileri ve esas olarak artık para kazandıramayacak olmalarıdır.
İsimlerine dikkatinizi çektikten sonra duvardan atlayacağım. Hâlâ bir Mustafa Duman yazısı okumakta ısrar ettiğinize göre o isimlerden doğum yerlerini ve doğum tarihlerini çıkarabilmeniz gerekir.
Tabii buradan da, yazı da yazı olsa, diyerek ayrılmanız mümkün.
Duvar
Kerhane kapısında ilk görünmemiz daha çok meraktandır. İlk şaşkınlığımız, polis ve bekçiyle karşılaşmak oldu. Hikâyelerin hiçbirinde geçmiyorlardı. Kapıdan çevrildik. Yanınızda tecrübeli biri bulunsun istersiniz ya, istemeyin. Tecrübe hikâyelerinin tamamı yalandır. Polisten de bekçiden de haberi yoktu.
İkinci gidişimde tedbirliydim. Servis otobüsü kartında küçük bir düzeltme yapıp yaşımı on sekize yükseltmiştim. Yemediler. Üçüncüde geçtim, bekçi vardı; dördüncüde geçemedim, polis bırakmadı. Not ettim: Bekçiden kolay geçiliyor ve polisten geçilemiyor. Komitacı yahut teşkilatçı tarafımızın öne çıkma vaktidir. Civarda gezinip emsallerimle laflayarak 'duvarı' öğrendim. En arkada ve en yukarıdaki evlerin orda, aşılması gayet kolay bir duvar vardı. Artık, dikkat çekmemeye çalışarak polisin gidip bekçinin gelmesini bekleme mecburiyetinden kurtulmuştum.
İkinci şaşkınlığım dehşetlidir. en fazla üç yüz adımda hepsinin önünden geçebileceğiniz dört yahut dört buçuk sırada yan yana dizilmiş otuz civarında ev. Büyük kısmının kapısı, girişteki salonun tamamını görmeyi kolaylaştıracak şekilde camdan yapılmış ve o saatte hepsi perdeli. Terk edilmiş bir mahalle. Sınıf arkadaşlarım ikinci derse girerken ora sakinlerinin henüz birinci uykularında olduklarını öğrenmeme daha var.
Hacer'i o zaman tanıdım. Sokağın maruf isimlerindendi ve ismi hep memleketi olan doğumuzdaki vilayetle anıldı. Umumhanenin, gece müşteri yahut misafir bulamayanlar taifesindendir. Gece misafiri olanların uyanacakları saate kadar yapılması gereken işleri yapar ve evlerin ayak işlerini görürlerdi. İçlerinden zeki, hesap bilir ve muhakkak ki daha hesaplıları vekilliğe terfi ederler. Evin nizamını temin, sermaye denilen kadınlar ve müşterilerle münasebet uhdelerindedir. 'Devlet' ile, yani sağlık kuruluşu, karakol, emniyet ve adliye ile münasebet patron katındadır. Hemen geçmeyin. O 'devlet'te her zaman bir ağırlıkları olmuş ve şehrin alt kat ahalisinin gıpta edeceği derecede işleri yürümüştür.
Bana gelince; Hacer'in, paran var mı, diye sorduğu bir günden sonra uzun, çok uzun yıllar sadece yakınından geçtim.
Şebboy Sokak'ta renkli ışıklar ve müstear isimler, 70'lerin ortasından itibaren. Ebru, Burçak, Sibel, Yıldız, Çilem, Kader ve benzerleri. Sermayeler artık batıdan ve uzak vilayetlerdendir. Sokağın aşina olduğu eski hikayeler de Yeşilçam formuna tahavvül eder. Sermaye kadınlardan mühimce bir kısmının Yeşilçam formundaki hikâyesine bir Albay baba dâhil edilmiştir. Bu bilgilere sahipseniz Silivri günlerinde şehri kaplayan Ergenekon ve onun üzerinden askeriye düşmanlığına şaşırmazsınız deyip kıskaca geçiyorum.
Kıskaç
Sermaye, önce şu veya bu şekilde bir istismar ile adı kötüye çıkarılan kadındır. Nadir istisnaların haricinde ve tarihi boyunca cemiyet, kıskacın bir ucunu oluşturur. Alakasız anasır, alakasızlığı cürüm kabul edilmediği müddetçe masumdur. İstifade, ikinci merhaledir. Eli değenlerin yahut bulaşanların tamamı bir şekilde istifade ederler. Kıskacın diğer ucunda devlet vardır. Sahip çıkmamakla başlar, adil davranmamakla devam eder ve istifade kulübüne dâhil olmasıyla tamama erer.
Kıskaçtaki kadının hayatı mağlubiyet ile biter. Çoğu zaman kıskacı teşkil edenlere benzeyerek ve bazen de benzemeyerek mağlup olur. Kıskaç, mürekkep akla da sahip olduğundan vakti geldiğinde ellerini yıkar ve orospu damgasını onun üzerinde bırakıp savuşur.
Bayezid Bestami yahut Rabiat-ül Adeviyye'den bu yana iftiraya uğramayanı varmış gibi iftiraya uğrayanlarından başlayarak bu neviden kadınlara rikkat ve şefkat, hep sufiyyedendir. Unutmayalım, Gucduvani'nin prensip olarak vazetmesinden önce de sufiler bast'a ve hususen kabz'a aşina.
Ve yine unutmayalım. Allah'ı, gurbettekilerin vatanı ve kimsesizlerin kimsesi olarak tarif eden de sufilerdir. 'Kimsesizlerin kimsesi' kısmı önce Cumhuriyet, sonra siyaset tarafından çalınmıştır da beis yok. Sufi rızası peşindir. Varsa, Gayretullah'a dokunan kısmı çalanların üzerinde.
Sufiler ile onların tesir edebildiklerinin bu kadınları gurbette, darda, kimsesiz ve Rahmanirrahim'e herkesten yakın kabul ettiklerini söylememe lüzum kaldı mı?
Umuci
İman olmadan irfan olmaz ve irfan müminindir desem. Demeyeyim. İçlerinde sevdiklerim var, masum olanlar. Evlad ü ıyal yahut medar-ı maişet davasına üst kata yakın durmak mecburiyeti hissedenler. Kendi kuşaklarında imanı kalplerine henüz yerleştiremediler ve çocuklarından ümitliyiz. Dursun burada. Küçük bir ilave: Bir şehrin irfanından bahsedebilmek için o şehrin imanını tespit ve teşhis etmek gerekir. Bunu ilave saymayın: Mustafa Duman işidir, belli mi olur? Bakarsınız kızıp "Çelik Pazarı'nda ufacık taşlar"ı yazmış.
Ancak Allah'tan umulacağını, 'beyn-el havf ve reca'yı bilmeyenlerimiz de biliyor. İrfanımızda dilenci yoktur. Dilenciyi, irfanımızı kaybettiğimizde bulduk. Hikâyesi uzun.
Onlara umuci deniliyordu. Yani Allah'tan umanlar. Bizlere de vekâleten Allah'tan umanlar. Sadaka, yahut iane, Allah'a verilen borçtu. Ellerine ve evlerine teslim ederek Allah'a borç verdi ecdadım. Ne dilencisi?
Annem, daha derin ve benim daha kıymetli bulduğum bir irfana sahipti. Ağzından bir kere dilenci lafı duymadım ve isteyici diyenlere de dâhil olmadı. Toplayıcı diyordu. Annemin ihtişamlı irfanı. Öyle ya. Dağıtmış da şimdi topluyor yahut dağılanları bir araya getiriyor. Toplayıcı.
Konjonktür gereği hoş görüyorlardı ve şimdi konjonktür gereği hor görüyorlar, ama hep görüyorlar. Hep yukarıdan bakan ve dolayısıyla hep gören, asla görülmeyen bir zümrenin de tarihi var. Şahidim o tarihtir. Ben ummasam da umucuyu öğrenemeyecekler.
O Köşede
Yakutiye Medresesi'nin karşısındasınız. Tebrizkapı istikametinde yürüyün. Lalapaşa Camii hizasına gelmeden sağa girilecek bir sokak vardır. Kâbe Mescidi'ne gidilir. Girmeyin o sokağa ve köşede durun. Karşınızdaki köşe, o köşedir. Rabia yahut meşhur adıyla 'Laylon Rebiye' yıllarca o köşeye bırakılıp o köşeden kaldırılmış.
Şeref kahvesine devam ediyordum. Şimdi otel olan bina, o zaman da oteldi. Şeref Oteli. Bugünkü otel, eskisi yıkıldıktan sonra yerine yapılmıştır. Tabii ki eskisinin alt katı kahveydi: Bizim Şeref. Kahveyi, yazarken ilave ediyorum.
Kahveye gitmek için döndüğüm köşede, o köşede altında ne olduğu pek anlaşılamayan, eski, dökülen, değişmez bir ehramdan ibaretti. Sesini kimse duymamıştır. Hikâyesini o zaman şehrin uygun gördüğü formda öğrenmiştim. Naylon giyecekleriyle meşhur olduğu, esrar içtiği, genelevden atıldığı filan. Yıllar sonra hikâyesinin peşine düşmeseydim, hâlâ bir dostu olduğunu öğrenemeyecektiniz. O hâlde bir kadını o hâlinde ve hâlâ dilendirip para kazanan zata şehrin dili öyle diyordu: Dost. Korkmayın, şehrin irfanına dönmeyeceğim. Şimdilik.
Muadilini hikâyesinin peşindeyken buldum. Daha doğrusu, muadeleti o zaman fark ettim.
Haccac, Hazreti Hüseyin'in dostu ve arkadaşı İbn-üz Zübeyr'i astırır ve annesi gelip yalvarıncaya kadar asılı olduğu yerden indirilmemesi talimatı verir. Annesi Esma. Rasul'ün yâr-ı garının kızı. Esma, o anne oğlunun karşısına geçer ve yanındakilere sorar: "Bu hatip, hâlâ minberden inmesin mi?"
Bizim hatip, yani Rabia Hanım, ölüm indirinceye kadar o minberden inmedi. Karşısında durduğunuz köşe, hatibimizin minberden indiği günden beri boştur efendim.
Kenosis
Bir dakika. İçimden mi dışımdan mı geldiğini anlamadığım şu sese kulak vermem lazım: Senin neyine yahu, üst katmış, irfanmış, şehirmiş; ne uğraşıyorsun bunlarla? Kendine dön. Bak, Negatif Diyalektik'in yazılışının 50. yılında Boğaziçi Üniversitesi uluslararası bir konferans tertipledi. Yazacaksan onlara dair yaz yahut yine onları oku. Okuduklarını tekrar oku filan. Ne bileyim?
Cevabımı tabii duyamazsınız, çünkü yok. Henüz yok.
Size Adorno okutamayacağıma göre ondan bir nakile izin verin lütfen. 'Sahicilik Jargonu'nda bir dipnottan istifade edeceğim. O dipnotta Luther ve Hegel'e atıftan sonra kenosis'in asıl manası veriliyor: boşluk, içini boşaltma, eksilme, kendini tüketme. Kenosis budur.
Şehrin tarihine hakikaten alaka duyanlar bilirler. Bugün bizim Kâbe Mescidi diye bildiğimiz mescit, o isimle anılan mescitlerin sonuncusudur. Şehre ve tarihine alaka duymayanlar da bilirler. Lala Paşa Camii de şehirdeki birçok paşa camiinden birisidir.
Merhamet, Kâbe mescidinden paşa camilerine giderken kenosise uğramıştır. Şehrin merhameti artık boşluğa denk gelir. İçi boşaltılmış, eksilmiş, kendini tüketmiş bir merhamet. Ramazanda televizyon ekranlarını dolduran hocalarımızın 'merhamet'i gibi.
'Haklı ya da haksız, İsmet Özel'e laf söyletmeyiz. Alamet-i farikamız budur bizim.' diye bir tweet atmıştım vaktiyle. İşte o İsmet Özel "O şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir" dediğinde bunları düşünmüş müydü, emin değilim. Öç almak istediği şehir bu şehir midir, ondan da emin değilim.
Tesadüf. Bugünkü Kâbe Mescidi'nden bugün Lala Paşa Camii'ne gitmek isterseniz Rabia Hanım'ın bırakılıp kaldırıldığı köşeden geçmeniz gerekir.
Son
Affet Rabia Hanım.
Cahildim, çocuktum ve İslam'ın toprağa diri gömülmüş çocukların dini olduğunu henüz bilmiyordum.