Mehmet DOĞAN
Punto:
Dinle
Ömer Seyfeddin'in 11 Mart 1884'de doğmuş. Vefatı 6 Mart 1920'de.
Geçen sene vefatının 100. yıldönümü idi. Bu büyük yazarımızla ilgili olarak TYB "100 yıl sonra Ömer Seyfeddin" başlıklı bir bilgi şöleni tasarlamıştı. Bandırma Üniversitesi ile müşterek düzenlenecek bu faaliyet malum salgın dolayısıyla yapılamadı. Bir ara yazıların derlendiği, kitap haline getirildiği haberi bizi sevindirmişti. Henüz kitabı göremedik. Bu kitap için hazırladığımız yazıyı vefatının 101. yıldönümünde büyük yazarımıza rahmetler dileyerek paylaşıyoruz.
Ömer Seyfeddin, bizim çocuk muhayyilemizin edebiyatçı kahramanlarındandır. Ders kitaplarındaki hikâyeleri, o yaşlarda bizi sarıp sarmalamış, bir bakıma edebiyatın ne olduğunu sezdirmiştir.
And, Kaşağı, Diyet… hikâyelerini ilk okul, orta okul yıllarından hatırlarız. İlk iki hikâye yazarın çocukluk hâtıraları üzerine kurulmuştur, bizi içine alırcasına cezbetmesi bundandır. Diğeri tarihî bir hikâye olmakla beraber, her döneme mahsus bir hakikat hissini zihnimize yerleştirir: Minnet altında kalmamak!
Ömer Seyfeddin, daha sonraki yıllarda külliyatını ilk okumaya merak sardığımız yazarlardan biri olmuştur. Onun nasıl ustalıkla batı tarzı hikâyeyi gelenekli hikâyemizle mezcettiğini anladığımızda, neden bu kadar sevilerek okunduğunun da cevabını bulmuşuzdur. Ne yazık ki, piyasadaki kitaplarını okuduğumuz halde bütün eserlerini, hikâyelerini okuyamadığımızı geç fark ettik. Dönemin baskıları, korkuları hikâyelerin tamamının yayınlanamamasına, hatta bazılarının bazı değişikliklere maruz bırakılarak yayınlanmasına yol açmıştır. Bu itibarla bütün hikâyeleri dört cilt halinde Hülya Argunşah tarafından yayınlandığında, ilk okuyucularından biri olmuşuzdur.
Ömer Seyfeddin, bizi Dedem Korkud’un veya Evliya Çelebi’nin sardığı gibi sarar. Kendimizi ifade etme hususunda onların izinden bilerek veya bilmeyerek giden bir yazardır Ömer Seyfeddin.
36 yıllık hayatına sağdırdığı o kadar çok şey vardır ki…
Daha sonraları onda bir Ankaralılık keşfedince bazı yakınlıklar daha da yerli yerine oturmuştur. Dedesi Dağıstan muhaciri. Osmanlı, Rus istilasına karşı Kafkas Müslümanlarına fiilen askerî destek veremedi, fakat onların tek sığınacakları yer olan Osmanlı ülkesine gelmeleri için her türlü kolaylığı sağladı. Anadolu’da nüfus dengeleri 19. yüzyılda Müslümanlar/Türkler aleyhine bir gelişme gösteriyordu. Bu yeni dinamik nüfus Osmanlı merkezinin güçlendirilmesine hizmet edecekti. Kafkas muhacirleri, Osmanlının en büyük düşmanı Ruslar’a karşı mücadelede istihdam edildi. Babası işte bu fasıldan Osmanlı ordusunda alaylı bir subay olarak yükseldi. Annesi Fatma Hanım ise, Ankaralı topçu kaymakamı (yarbayı) Mehmed Bey’in kızı. Bir çocuğun ilk terbiyesi annesindendir. Eserlerine bakarak Ankaralı annenin Ömer Seyfeddin’in zihin dünyasının oluşumunda mühim rolü olduğunu düşünüyorum.
Ömer Seyfeddin’in askerlik mesleğini bırakıp yazarlığa yönelmesi, bizim için çok önemli bir tercih. Daha Harbiye’den olağan zamanında mezun olması beklenmeden Makedonya isyanlarını bastırmak için teşkil edilen birliklerde vazifelendirildi. Bu erken cepheye sürülmenin faydası zihin faaliyetlerini ciddi şekilde etkiledi. O günlerin hikâyesini hatıralarla karışık denilebilecek şekilde yazdı.
Ömer Seyfeddin’in uzun hikâyesi “Beyaz Lâle”yi ilk okuduğunda anlatılanlar karşısında apışıp aşırı ölçüde fantastik unsurlar ihtiva ettiğini düşünenlerin sayısı az değildir. İlk defa 1914 yılında yayınlanmış olan hikâye Serez’de Bulgar komitacılarının uyguladığı sistematik katliamı anlatmaktadır. İnsanın kanını donduran, aklını iptal eden, hislerini felce uğratan ve insanlığından şüphe ettiren tasvirler, bir edebiyat araştırmacısı tarafından başlangıçta “iğrenç ve vahşi tasvirler” olarak nitelenmektedir. (Tahir Alangu: Ömer Seyfeddin-Ülkücü bir yazarın romanı. İstanbul, 1968) Daha sonra şu cümlelerle Ömer Seyfeddin’in hikâyeyi yazdığı ve yayınladığı dönemin atmosferi çizilmektedir: “Terör sahnelerinin bütün kanlı çıplaklığı ile belirlenişi sonraları onda gizli kalmış bir sadizm eğilimine yorulmuştu. Fakat o yılların dergileri ve gazetelerine yansımış olaylar üzerindeki geniş yayınlar ve resimleri bilenler, Balkanlarda salgın halinde yaygın azgın vahşiliğin sahlanışı ortasında kalanlar için, bu hikâyede anlatılanlar, ‘edebiyatın dışında kalması gereken iğrençlikler’ olarak görülmüyordu. O günlerin Rumeli aydınları ve gençleri, yüreklere oturmuş bu soy barbarlık olaylarının ayrıntıları ile beslenerek örgütlenmeye, direnmeye ve öc almaya hazırlanıyorlardı.”
1908 Meşrutiyetinden birkaç yıl sonra meslek olarak yazarlığı seçen Ömer Seyfeddin, askerlikten istifa etmiş olmasına rağmen, Balkan Harbi başlayınca göreve çağrılır, hatta bu savaş sırasında esir düşer. 1913’te esaretten kurtulmuş bir gözlemci olarak yazdığı ve “Bedbaht Rumeli müslümanlarına” ithaf ettiği hikâyede, Balkanlardaki müslüman katliamının mantığını İsviçre’de hukuk tahsil etmiş Bulgar komitacısının ağzından şöyle ifade eder:
“Katliam içtimaî bir ilaçtır. İçtimaî vücutlar uzvî vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavî ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir…”
“Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü İspanya’da nümune için, müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır.”
“Türkler…nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar…asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türklerin hali işte bize bir derstir.”
Ömer Seyfeddin’in bu uzun hikâyesi ancak her satırında karşılaşılabilecek tahmin edilemez insanlık sefaletlerine hazırlıklı olarak okunabilir. Belki de sonuna kadar okunamaz, iyiden iyiye insanlıktan çıkmamak için yarım bırakılır! Yazar hikâyelerden bir hikâye yazmamış, yaşayanların, bilenlerin, görenlerin anlatamadığı, duyuramadığı; anlatmakta ve duyurmakta âciz kaldığı hakikatleri etkili bir edebiyat eseri olarak ortaya koymuştur. Bizi sarsan, rahatsız eden, bu hikâyedeki şedit realizmdir. (D. M.Doğan: Yüzyılın Soykırımı, sf.48-50)
Ömer Seyfeddin elbette silâh kullanmakta, askerleri sevk ü idarede başarılıydı. Fakat asıl başarısı ve tesirli olanı kalem kullanmasındaydı. Bu yüzden olmalı, askerlik mesleğini bırakıp kalem işlerine yöneldi.
Yeni lisan hareketinde onun rolü önemli. Hüsn (Güzellik) ve Şiir Genç Kalemler dergisin inkılâb etti. Bir nevi beyanname olan “Yeni lisan” yazısı onun. Fakat imza soru işaretinden ibaret!
Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine, bıraktığı mesleğe dönmek zorunda kaldı. Yunanlılar’a karşı savaşırken 20 Ocak 1913’te esir düştü. Esareti 10 ay kadar sürdü. Askerlikten ikinci defa istifa etti. Öğretmenlik yaptı, yazmaya daha fazla vakit ayırdı. Balkan Harbi’nin yaralara kapanmadan 1.Dünya Harbi başladı. Çanakkale muharebeleri devam ederken onun Edebî Heyet’le Çanakkale’ye gitmesi hayli verimli olarak eserlerine yansıdı. O zafer müjdesini gökyüzünde ince bir duman olarak okudu (fethun karib) ve Müjde hikayesinde anlattı. “Çanakkale’den sonra” hikâyesinde, bedbin bir Osmanlı aydınının, kendini toplumuna ve milletine ait hissetmeyen, “meraklı” veya “deli” olarak adlandırılan bir okumuşun, Çanakkale zaferinden sonra mensubiyetini kabullenişi, 50’li yaşlarda evlenmesi, bir kız çocuğu olunca adını Mefkûre koyması anlatılır. Çanakkale’nin aydınların zihninde nasıl bir değişim meydana getirdiğinin hikâyeleştirilmesi âdeta. Bunu bir cümle ile ifade edebiliriz “düveli muazzama mağlub edilebilirmiş”! “Eski kahramanlar”ı yazan Ömer Seyfeddin yeni kahramanları da yazar. “Kaç yerinden” hikâyesi güzel bir örnektir.
“Çanakkale’den sonra”nın Kahramanı gibi 1915 yılı sonlarında evlenen Ömer Seyfeddin’in de bir kızı olur. Adı Mefkûre konulmamış bir kız çocuğu! Ömer Seyfeddin’in evliliğinin erken modernlik kurbanı olduğunu söyleyebiliriz. Evlilik üç yıl sürer ve onun hayatı artık “Münferit Yalı”da, yalnız başına geçer. Ölenedek kızını göremez, kızı 11 yaşına kadar gerçek babasını bilemez!
Ömer Seyfeddin sadece eşinden ayrılmamıştır, İttihat ve Terakki’den de itizal etmiştir! Yönetimin gözünde de pek makbul biri değildir artık.
Hastalanır, doktorlar derdine çâre bulamaz. 23 Şubat 1920’de yatağa düşer, 4 Mart 1920’de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastahanesi’nde iki gün sonra vefat eder.
Devrin en ünlü doktorları, her ne hikmetse, ona doğru teşhis koyamamıştır! Şeker hastası olduğu, ancak teşrih/otopsi sonucu anlaşılır!
Cenaze töreni hazin şekilde sona erer: Kabrini yapmak için para toplanacaktır. Kalabalık kaçışır gibi dağılır!
İttihatçılar da ülkenin meselelerine yanlış teşhis koymuşlardır. Ancak onların yanlış teşhislerini anlamak için ülkenin teşrih masasına yatırılması mümkün olmamıştır!
Ömer Seyfeddin’in 20. Yüzyılın başında bir taraftan hikâyeler yazarken aynı zamanda fikir işleri ile uğraşması dönemle ilgili ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hep bir kurtuluş reçetesi aranmaktadır. El yordamı ile bulunanlar hemen yazıya geçirilir. Bunun birçok aydında ciddi fikir savrulmalarına yol açtığı ortadadır.
Ömer Seyfeddin’in hazin sonu, onun okuyanı sarıp sarmalayan hikâyelerinin büyük tesiri yüzünden üzerinde durulmayacak bir vakıa olarak görülebilir. Ancak, geçen zaman içinde onun ve çağdaşlarının güçlü şekilde savundukları bazı fikirlerin Cumhuriyet’ten sonra uygulanma imkânı bulması bu tesiri sınırlayıcı bir rol oynamıştır. Bunlardan bilhassa “yeni lisan” tezinin sahibi Ömer Seyfeddin’in doğru olarak “Türk elifbası” dediği alfabenin değiştirilmesi, yani harf inkılâbı ve dil devrimi yıkıcı tesirler meydana getirmiştir. Hikâyeleri parça bölük, bazıları müdahalelere maruz kalarak Latin harfleri ile yayınlanmış, fakat fikir yazıları aynı şansa sahip olamamıştır. (N. Hikmet Polat’ın hazırladığı Bütün Nesirleri ancak 2016’da yayınlanabilmiştir).
Asıl sapma, “Yeni Lisan”dan olmuştur. Dil devriminin yeni lisan hareketinin devamı olduğu söylenir, biz tamamen aksi kanatteyiz. Ömer Seyfeddin’in ılımlı ve sadeleşmeci fikirleri terk edilmiş, tasfiyecilik hâkim olmuş ve neticede Ömer Seyfeddin’in en kolay anlaşılır metinleri bile daha sonra arılaştırılarak yayınlanmıştır. Bilhassa çocuklara böyle metinler hazırlanmış, bu arılaştırma sırasında metinlerin gerçek muhtevası da ciddi şekilde zedelenmiştir. (Bu konuyu iki yazımızda dile getirmiştik: Klasik metinler nasıl tahrif edilir ve Plastik incili kaftan. Akit, 9-10.10.2013)
Şu sıralar en önemli dil, edebiyat ve kültür meselelerimizden başında yeni nesillerin Ömer Seyfeddin’i orijinal lisanından okuyacak bir dil zenginliği ile yetiştirilmesinin geldiğini düşünüyorum. Bunu dönemin diğer büyük yazarlarına da teşmil etmek gerektiğini de kaydedeyim.
Ömer Seyfeddin dilde asla tasfiyeci değildir Yeni Lisan yazısından birkaç satır bile bunu apaçık ortaya koyar:
“Hicretimizin ilk asırlarında arabî ve farisî birçok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun kat’iyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün (söslünme) fikri arabî ve farisi kaideleri de getirmiş. Türkçe muvazenesini (dengesini) kaybetmiş.”
Vaktiyle şarka doğru gidilmiş, şimdi garbe doğru gidiliyor. “Tatsız ve eskilerden daha mânasız, mesruk (çalıntı) bir salon edebiyatı vücuda getirmişlerdir.”
“Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır…Eski lisan hastadır. Hastalıkları içindeki lüzumsuz ve ecnebi kaidelerdir.”
Bunun için “akim (neticesiz) bir irticaa doğru, Buhara-yı şerif’e” gitmeye gerek yoktur. “Bu bir intihardır.”
“Beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, menus (alışılmış) denilen arabî ve farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz…konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Yazı lisanıyla konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icad etmiş olacağız.”
“Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî ve farisî kelimeler mi? Asla…Bir ihtiyaç neticesi olarak girenler bizim olmuştur.”
Ömer Seyfeddin her şeye rağmen 20. Yüzyıldan günümüze devreden büyük edebiyatçılarımızdan biridir. Onun vefatının 100. Yılında hakkıyla anılması için Türkiye Yazarlar Birliği, 2019’dan itibaren bazı çalışmalar yaptı, projeler hazırladı. Maalesef, yazarımızın hazin sonunu hatırlatır şekilde bu faaliyetler de büyük salgın dönemine rastladı, istediğimiz şekilde yapılamadı. Yine de 100. Yılında onu hatırlamaya vesile olabilecek böyle bir kitabın ortaya çıkması takdire şayandır. Bütün emeği geçenlere teşekkür ediyorum.