Yunus EKŞİ
Punto:
Dinle
Gündelik hayatımızda karşılaştığımız sorunlar, genelde bireysel olarak üstesinden gelebileceğimiz nitelikte oluyor. Ancak bu sorun kronik bir hale dönüşerek toplumun geneline hakim olacak bir güç haline dönüştüğünde, bireysel gayretlerin sorunu çözmede başarılı olduğunu söylemek oldukça güç.
Sorunların toplumsal boyut kazanmasından dolayı, çözümlerinde toplumsal bir kolektif düşünceyle oluşabileceğini söyleyebiliriz. Bireysel çözüm arayışlarının önemini hafife alıyor değiliz. Bu kolektif sorun çözme düşünce yapısının da bireysel çaba ile; suya atılmış taşın oluşturduğu dalgalar gibi büyüdüğü gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Nasıl bir toplum istiyoruz ? sorusuna bir çok insanın vereceği cevap ’’sorunsuz bir toplum istiyoruz’’ olacaktır. Ancak sosyologlar; toplum bilimcisi olarak, sorunsuz bir toplumun olamayacağı gerçeğini bilir. Sosyologlar bu gerçek üzerinden hareket ederek, sorunların tesir gücünü minimize etmek gibi gerçekle yüzleşerek; insan vakasını iki yönü ile ele almalıdır.
İnsan hem iyilikleri hemde kötülükleri üreten , özgür irade ile yaratılmıştır. Bu yönü ile insan; hem bireylerin hayatını hemde yaşadığı toplumun düzenini olumlu yada olumsuz etkiler.
İstediğiniz toplumu oluşturma konusunda tercih ettiğiniz kriterler son derece önemli olup; o kriterlerin kendi içinde tutarlılık, evrensellik ve insan doğası üzerindeki geçerliliği çok önemlidir. Burada insan psikolojisinin toplum bilimi içinde tetikleyici temel bir unsur olduğunda gözden kaçırmamak gerekir.
Tam burada sorulması gereken bir soru daha var; insan psikolojisini etkileyen unsurlar, olumlu sonuçlar almak için nasıl yapılandırılabilir?
İnsan psikolojisini olumsuz etkileyen sorunların, insan üzerinden suça itici gücü nasıl kaldırılabilir ?
Bu iki soru temel bir başlık olarak konu yaptığımız ‘’Nasıl bir toplum istiyoruz?’’ sorusunun bir yönü ile çözümlemesi niteliğini taşıyor.
Sosyologların belkide günümüze kadar iyi bir şekilde harmanlayamadığı konu burasıdır. İnsan, toplum, tabiat ve var olma nedenselliği ile bu üçü arasındaki ilişki doğru orantılı okunduğunda sanırım en sağlam anlamaya bizi götürecektir.
Doğaya baktığımızda toplumsal hayatın hayvanlar arasında da kendi kriterleri içinde bir denge unsurunun ezici olarak öne çıktığını görüyoruz. Bir aslanın bir ceylanı yakalayıp onunla kendisini ve yavrularını beslemesi, doğal bir dengenin korunmasına yönelik olduğunu bu konuda araştırma yapan belgeselcilerin ortaya koyduğunu bir gerçek.
Aslanın hayatında açlık bir denge bozucu olarak belirince, o dengeyi bir ceylan yakalayarak sağladığını görüyoruz. Ceylanı yakalama kabiliyeti de bu dengenin oluşması için bir kabiliyeti. Bir ceylan yakalanmış ve denge sağlanmıştır. Taki bir sonraki denge bozucu açlığın oluşup tekrar dengenin oluşması için bir ceylanın aslan tarafından yakalanmasına kadar.
Ama konu insana gelince, yeryüzünde insan tok da olsa hiç doymuyor. Denge bozuçuluğu tokkende bitmiyor.
İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın raporuna göre dünyanın en zengin yüzde 1'lik kesiminin serveti, geri kalan yüzde 99'luk kesimin servetinin toplamına eşit. Doymak bilmeyen bir insan değil toplumun, tüm dünyanın dengesini bozacak sonuçlara neden oluyor.
Afrika'da açlıktan ölen yüz binlerce insanın 50 milyar dolar gibi bir rakamla açlık sorunu bitirilebilecekken şu soruyu sormak lazım ’’ Ceylanı yakalayıp parçalayarak yavrularını doyuran aslan mı daha vahşi yoksa insan mı?’’
Dünya savaşlarına baktığımızda, milyonlarca insanın birbirini öldürmesi, kan dökmesi ne uğruna? Yaşanacak olan hayatın bir gün ölümle biteceği gerçeği her gün gözlerimizin önünde tezahür ederken, sınırlı bu hayat içinde, insan bunca kan dökmeyi nasıl yapabiliyor?
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; toplumu oluşturan bireylerin, kendi iç barışlarını gerçekleştirmeden, toplumuyla barışık olmaları mümkün değildir. Kendisi ile barışık olmayan bireylerden oluşmuş toplumun, diğer toplumlarla barış da kalabilmesi de mümkün değildir.
Selam ve dua ile
Yunus EKŞİ