Piyasalar

Millî Kimlik İnşasında TARİH BİLİNCİ

Punto:

Tarihin Değeri
Tarih, yalnızca yaşanan olaylar, yapılan savaşlar, göçler ya da kurulup yıkılan
devletler demek değildir. Tarih, bir milletin hafızasıdır. Tarihini kaybeden milletler,
unutkanlık hastalığına tutulmuş demektir. Geçmiş, gerçekte bizi geleceğe taşıyan bir
köprüdür. Bu yönüyle tarih hem geçmişi hatırlatan hem de geleceği aydınlatan
muhteşem bir aynadır. Köklü milletlerin tarihleri de köklüdür. Bu bakımdan tarihî
kökleri güçlü olan milletler -tıpkı ulu çınarlar gibi- derin köklerinden beslenerek
zamana ve olaylara karşı çok daha dirençli yaşarlar. Nitekim onların tarih adlı
tecrübelerle dolu muhteşem bir hazineleri vardır. Bu hazine, bitmez tükenmez ve çok
değerlidir. Her durum ve olay karşısında tarihlerine atıf yapabilirler. Dolayısıyla hiçbir
fırtına bu ulu çınarları sallayamaz; yalnızca yapraklarını hışırdatır, o kadar! Konuya
bu pencereden bakıldığında, tarihî derinliğe sahip milletler eşsiz ve değer biçilemez
bir hazineye sahiptirler.

Tarih Bilgisi
Tarih, daha ziyade milletlerin geçmişine dair bilgilerden ibaret kabul edilir.
Oysa, tarih bir toplumun ortak hazinesi, geçmişteki hatıraları ve gelecekteki
kaderleridir. Tarihin anlaşılması için elbette ilkin tarih bilgisine ihtiyaç vardır. Tarihi
bilmek hem birey hem de millet olarak hepimize özgüven verir, ufkumuzu açar ve
geleceğimizi aydınlatır. Tarih bilgisi, aynı zamanda bize geçmişte kim olduğumuz ve
gelecekte kim olmamız gerektiği noktasında bir rota çizer. Bu bakımdan tarihi bilmek
yetmez, tarih bilincini de kazanmak gerekir. Nitekim tarih bilgisi kendini bilmeyi
öğretirken tarih bilinci geleceği kurmaya yarar. Tarih bilgisinin yönü geçmişe, tarih
bilincinin yönü ise geleceğe dönüktür. Hiç şüphesiz, tarih bilgisi tarih bilincini doğurur.

Tarih Bilinci
Tarih bilinci, birey ve topluma kim olduğu konusunda millî kimlik kazandıran
üstün bir duygudur. Bu bilinç birey ve topluma kendilik ve birliktelik düşüncesi
kazandırır. Bu duygu sayesinde, kitleler ortak duygu, ortak değer ve ortak davranış
kodlarına sahip olurlar. Tarih bilinci, hiç şüphesiz tarih bilgisinden doğar. Bilgisi
olmayan bilinç kazanamaz! Bu pencereden bakıldığında, tarih bilgisi ve ondan neşet                                                                                       eden tarih bilinci bize kendimizi hatırlatan muazzam bir güç kaynağıdır. İşte tam da
bu noktada tarih bilincinin zarureti ortaya çıkmaktadır. Peki tarih bilinci ne işe yarar?
Tarih bilinci, bireylere bir topluma ait olma duygusu kazandırır. Böylelikle birey
kendini şu koskoca dünyada yapayalnız hissetmez. Zira tarih topyekûn milletin ortak
hatırası ve hafızasıdır.
Kadim tarih şahittir ki Türk milleti, mazlumların hısmı, zalimlerin hasmı
olmuştur. Bu ulvî misyonu bize ancak tarih bilinci öğretir. Tarih bilinci, mazlum
toplumlara yardım etme ve onları koruyup kollama derinliği kazandırır. Bireylere
tarihsel misyonlarını hatırlatır.
Tarih bilinci, tarihe, dünyaya ve olaylara bütüncül bakma noktasında geniş bir
ufuk kazandırır. Tarih bilinci, yeryüzüne ulu bir dağın zirvesinden bakmakla
eşdeğerdir. Düz ovada karşıya bakan birisi belki ufku görebilir; ne var ki bu yetmez!
Aslolan ufkun ötesini görebilmektir. İşte tarih bilinci bize ufkun ötesini, ötelerin ötesini
de gösteren harika bir meşaledir.

Tarihî Derinlik!
Derin bir tarihe sahip olan Türk milleti, tarihe yön vermiş ve tarihte derin izler
bırakmıştır. Dünya tarihine bütüncül olarak bakan kimi tarihçiler ve düşünürler,
“Dünya tarihinden Türkleri çıkartın, tarih diye bir şey kalmaz” diyorlar. Bizce bu tespiti
tarih de doğruluyor. Çünkü Türk milleti tarihi yaşayan ve yapan bir millettir. Kıtalar
arası hareketliliği, kurduğu büyüklü küçüklü devletlerle ve belki de en önemlisi
İslâm’ın bayraktarı bir millet olmakla birçok millet ve devletin doğal hasmı olmuştur.
Bu sebeple üzerimizde türlü oyunlar denenmiş ve toplu saldırılar yapılmıştır. Bu
noktada milletimiz karşısında en önemli saldırı aracı ise, psikolojik savaştır. Çok
uzunca bir süredir insanımıza “sizden bir şey olmaz” düşüncesi söylene söylene
bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu sebeple köklerimizden, inancımızdan
vb. uzaklaşarak yeni bir sözde uygarlık dairesine girilmeye çalışılmış ancak bu teori
tutmamıştır. Çünkü, modern kıyafetler giymekle modern olunmaz. Zira, insanın fıtratı
ve milletin hafızası kolay kolay değişmez. Böylesi zorlama değişimler bize yalnızca
zaman kaybettirmiştir. Oysa, Batı Uygarlığı yerine köklerimize bağlı kalarak çağa
uymak veya onun da önüne geçmek için gayret edilseydi, çok daha güzel noktalarda
olabilirdik.

Türk Milleti, tarihin bilinen en eski çağlarından beri, tarih sahnesinde olan ve
tarihe yön veren bir millettir. Üç kıta ve yedi bucağa yayılmış, hüküm ve nam salmış,
adaletin timsali olmuş, mazlumların umudu, zalimlerin korkulu rüyası olarak
görülmüş, İslâm’a bayraktarlık etmiş; kuru toprakları yeşertmiş, taşları medeniyete
dönüştürmüş, çok sayıda devlet yıkıp devlet kurmuş, tarihe iz bırakmış, gönüllere taht
kurmuş, karaları, denizleri aşmış bu büyük milletin tarih boyunca dostları kadar
düşmanları da olmuştur. Böylesine tarihî bir derinliğe ve yayılma alanlarına sahip bir
milletin doğal olarak her daim beka sorunu vardır!

Türk Dünyası
Milletimizin tarih sahnesinde gerçek varlığını gösterdiği alan Türkistan
coğrafyasıdır. Neredeyse bütün kültürel köklerimiz, tarihî maceramız ve manevî
damarlarımız Türkistan’ı da içine alan “şark” kaynaklıdır. Bu durum, bilimsel ve
sosyolojik bir gerçektir. Bizi Anadolu’da manevî olarak aydınlatan Ahmet
Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli… hangisine
bakarsanız bakın hepsinin Türkistan pınarından beslendiğini görürsünüz. Cemil
Meriç’in ifadesince “Işık doğudan gelir.” Dolayısıyla tarihî köklerimizi ararken
önce doğuya yönelme mecburiyetimiz vardır.
Kültür coğrafyamız, siyasî coğrafyamızdan çok daha geniştir. Kültür
coğrafyamız, yalnızca etnik ortaklığı ifade eden bir kavram değildir. Bu
kavramın içerisine coğrafî, tarihî, dinî ve kültürel yakınlıklar da girmektedir. Bu
bağlamda, Boşnaklar, Arnavutlar, Çeçenler, Araplar, Farslar, Tacikler, Afganlar,
Pakistanlılar... gibi etnik ortaklığa dayanmayan milletler de kültür coğrafyamızın
kapsamı içindedir. Kültür coğrafyası kavramının içeriğinde, siyasî anlamda
herhangi bir birliktelik yoktur. Kültür coğrafyası kavramını Türk kültürünün
etkileşim alanları olarak ifade etmek çok daha akılcı görünmektedir.

İslâm Âlemi
Türk Milleti’nin ikinci doğal beslenme kaynağı İslâm Âlemi’dir.
Cennetmekân ecdadımız İslâm’la şereflendikten sonra, hem dinimizin
güzelliklerini yaşamış hem de İslâm’ın yayılması için her türlü fırsatı
değerlendirmiştir. Kendilerini Mekke ve Medine’nin hâkimi değil hâdimi olarak
gören bu anlayışla dinimizi kıtalar arası yaygınlaştırmışlardır. Atalarımız,
içlerindeki cihat ruhuyla ülkeler fethedip toprakları imar etmişler, gönülleri ihya
eylemişlerdir. Yüzyıllarca, fethettikleri toprakları bir huzur iklimine                                                                                                             çevirmişlerdir. Günümüzde ise, İslâm Âlemi parçalanmış bir görüntü arz
etmektedir. Bu noktada da görev yine aziz milletimize ve devletimize
düşmektedir.

Batı Dünyası
Türkiye ve Türk Dünyası, yaşadığı coğrafya ve güncel stratejik hedefleri
dolayısıyla Batı Dünyası’ndan da kopamaz. Ancak, tarihî tecrübeleri ve güncel
şartları dikkate alarak Batı ile olan ilişkilerinde dikkatli ve hassas olmak zorundadır.
Nitekim; son yıllardaki gelişmeler Batı’da haçlı ruhunun ölmediğini ve İslâm’a karşı
diş bilediklerini, bu bağlamda İslâm’ı yeryüzünden kazıma hususunda en büyük engel
olarak Türk Milleti’nin kabul edildiğini göstermektedir.
Türkler, tarihî dönemler itibariyle çok geniş alanlara yayılmış olsalar da bütün
kültürel köklerimiz, tarihî maceramız ve manevî damarlarımız Şark kaynaklıdır.
Bu durum, bilimsel ve sosyolojik bir gerçektir. Köklerimiz, Türkistan toprağındadır.
Aslî değerlerimiz, şahsiyetlerimiz, manevî kaynaklarımız, gelenek ve göreneklerimiz,
hayat tarzımız kısacası her şeyimiz Türkistan kaynaklıdır.

Kimlik İnşası
Her bireyin biyolojik varlığı ne ölçüde gerçekse, kişilik ve kimliği de o denli
gerçektir. İnsanın bu iki yönü aslında birbirini tamamlayan özelliklerdir. Her birey daha
doğuştan itibaren belirli mizaç ve kişilik özelliklerine sahiptir. Bireyin en başta, içinde
büyüdüğü aile ortamı, yetiştiği muhit, yediği içtiği, yaşadığı, gördüğü, okuduğu,
hissettiği vb. her şey mizaç, kişilik ve karakterinin oluşumunda etkilidir.
Mizaç, kişilik ve karakter açısından belirli bir olgunluğa erişen bireyler, bir zaman
sonra kendileriyle ortak özellikleri olan bir toplum içinde yaşadıklarını fark ederler. Bu
ortaklıklar yeme, içme, yaşama, giyinme, barınma, müzik, mimari, gelenek ve
görenekler gibi birçok ortak tercih ve zevklerin vücut bulmuş şekilleridir. Bu ortaklıklar
daha çok kültür olarak ifadesini bulur. Bireyin doğuştan getirdiği birtakım özellikler,
sonradan kazandıklarıyla bütünleşerek bireye kişilik, karakter ve kimlik olarak yansır.
Bireysel özellikler daha sonraları toplumsal kimliklerle kaynaşarak yeni fakat ortak
kimliklere dönüşür.
Her birey, yaratılışı gereği diğer insanlarla bir arada yaşamak zorundadır. Onları
bir araya getirip ortak yaşama iradesini tesis eden en önemli ortaklık; dinî duygular,
millî değerler ve hayat tarzlarıdır. İnsanları kuru bir kalabalık olmaktan çıkarıp
aralarında ortak duygu, düşünce ve gönül birliği oluşturan bu doğal ortaklıklar,                                                                                     insanları “ferdî benlik” duygusundan “millî kimlik” basamağına yükseltir. Daha üst
basamak ise, “ümmet şuuru”dur. Örneğin; Müslüman bir kimsenin hem millettaşları
hem de dindaşları için, “İnananlar kardeştir” ilkesi çerçevesinde “ümmet şuuru”na
ulaşması son derece doğaldır. Nitekim, bu durum, insanın yaratılışına uygun olarak
aynı değer yargılarına sahip insanları kardeş görme esasına dayanan kuşatıcı bir
birlikteliktir. Bu noktada “ferdî benlik”ten “millî kimlik”e, “millî kimlik”ten “ümmet
şuuru”na ve oradan “insanlık ailesine mensubiyet duygusu”na uzanan zincirleme
süreç özünde tedricî bir karakter arz eder ve bu doğal zincirin halkalarından birisi
eksik olursa ya da sıralama bozulursa kimlik inşası noktasında doğal gelişim sekteye
uğramış olur.
Yaratılmışların en şereflisi olan bir insan sıfatıyla insanlık ailesine mensup
olmak, diğer kimlik belirleyicilerine oranla çok daha kapsamlı, kucaklayıcı ve
evrenseldir. Değişmez en önemli gerçek de bu geniş dairede gizlidir: Hepimiz insanız
ve Hz. Âdem’in çocuklarıyız. Demek ki temelde her insan değerlidir! Bütün insanları
değerli görmek ve saygı duymak hem yaratılışın gereği hem de inancımızın icabıdır.
Bireyin; bireysel özelliklerden hareketle millî kimliğe, ümmet şuuruna ve nitekim tüm
insanlık âlemine mensubiyet hissetmesi gerçekte ciddi bir tekâmül göstergesidir.
Bütün bu basamaklar, bireyi geliştiren, ona sorumluluk yükleyen olumlu kimliklenme
süreçleridir.
Millî Kimlik
Millî duygu insanlarda fıtri ve müspet bir duygudur. Millî bakış, millî görüş, millî
duruş, millî şuur, millî zevk… millet olmanın basamaklarıdır. Millet olmak, kendini bir
millete ait kabul etmek de son derece doğal ve anlaşılır bir duygudur. Çünkü,
herkesin hayatın zorlukları karşısında bir gruba ait olma, yardımlaşma ve dayanışma
içinde bulunma ihtiyacı vardır. Millet olmak, özü itibariyle ortaklaşma ve dayanışma
demektir. Millet; geçmişte ortak hatıraları olan, bugün de ortak yaşama iradesine
sahip ve gelecek için ortak ülkü ve hayalleri bulunan topluluk demektir. Ortak yaşama
iradesi ve isteği doğal olarak sonuçta bir kimliklenme sürecidir. Bu süreç daha çok
“millî kimlik” olarak adlandırılır.
“Millî kimlik”, bireye ve topluma ortaklaşma duygusu kazandırmak yanında
vatana-millete yönelen herhangi bir tehdit, saldırı veya risk karşısında bir araya
gelmeyi sağlayan ortak reflekslerdir. Diğer bir söyleyişle “Millî kimlik”; bakış, duyuş,
düşünüş, algılayış, zevk gibi ortak değerleri paylaşıp benimseyen topluluklarca asırlar                                                                                   içinde oluşturulmuş millî bağların bütünüdür. Bu bağlardan birkaçının eksik veya farklı
olması bu ortaklığı engellemez. Ortak özelliklere sahip olmak, kendini ait ve mensup
hissetmek, bireye hem öz güven verir hem de millettaşlarına karşı sıcak duygular
oluşturur. Millî kimlik, topluluklar için hayatî derecede önemlidir. Özellikle devlete,
millete ve vatana karşı ortaya çıkan saldırı ve kasıtlarda ortak savunma duygusu
ancak ve ancak millî kimlik hassasiyeti ile tesis edilebilir. Tarih bu durumun birçok
örneğine şahit olmuştur. Millî kimlik oluşumunun temelinde milliyet duygusuna sahip
olmak yatar.
Milliyet, özü itibariyle dine, kültüre ve medeniyete dayanan ortaklıklar demektir.
Birleştirici ve ortak değerlere dayalı milliyet anlayışı, asla yüce dinimiz İslâmla da ters
düşmez. “Milliyet” kavramı, bugünün şartlarında asla ırkî ve kavmî asabiyeti ifade
etmemektedir. Duyuş, düşünüş, algılayış bakımından ortaklaşmış, ortak değerleri
paylaşan, ortak geçmişe, vatana, tarihe, dine, dile, gelenek ve göreneklere sahip
kitlelerin ilkel kabileciliğin çok ilerisinde, insan fıtratına uygun millî duygularının
tezahürü, “milliyet” kavramında ifadesini bulur. Tarih, kendi tecrübesiyle bizleri aynı
mayayla yoğurarak “millet” yapmıştır. Kökenimizin, dilimizin veya inancımızın farklı
olması, bu gerçeği değiştirmez. İnsanların birçok özellikleri farklı dahi olsa, tek başına
vatan birliği dahi aynı milliyetten olmak için yeterli olabilir.
“Biz, insanları kavim kavim yarattık, birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye”
ayetinin “kavim kavim” kısmı, biyolojik gerçekliğe işaret ediyorken; ayetin ikinci kısmı
esas olanın “tanışıp kaynaşma” sonucu ortaya çıkan iradî birliktelik, sosyolojik bir
olgu şeklindeki milliyeti işaret ediyor olabilir mi? Bizce, üzerinde düşünülmeye değer
bir yaklaşımdır. Bu ayetin hükmünce kavmiyeti menfi, milliyeti müspet olarak
değerlendirebiliriz.
Nitekim büyük şairimiz Mehmet Âkif de kavmiyetçiliğin aleyhindedir. Şiir ve
yazılarında; genelde İslâm, yerelde Türk milliyetini kullanır. Baba tarafından kavmî
olarak Arnavut olsa da hiçbir yerde Arnavut kavmiyetçiliği yapmaz. Tam tersine
Osmanlıdan ayrılma konusunda Arnavutları suçlar. Türklüğü bir milliyet kimliği olarak
benimsediğini çoğu şiirinde ortaya koyar. Türk kavramı son derece geniş ve kapsamlı
bir anlam alanına sahiptir. “Türk” kavramı hem Anadolu insanının zihninde hem de
Avrupalılara göre, aynı zamanda “Müslüman” da demektir. Eski dönemlerde
Avrupa’da insanlar Müslüman olduğunda, “Türk” oldu denirdi.
 

Geleceği Kurmak

“Millî kimlik”; aynı zamanda hem geçmiş misyonunu sürdürebilmek hem de
geleceğini doğru planlamak bakımından bir yörünge belirlemeye yarayan bir tecrübe
birikimidir. Geleceğimizi kurma noktasında konuya tarihî gerçeklikler penceresinden
baktığımızda, ana ilke olarak Türkiye’nin herhangi bir mevcut yapıya veya birlikteliğe
uydu olmak yerine, kendisinin merkezde olacağı yeni bir yapılanmaya
odaklanması gerekir. Nitekim, tarihin hiçbir döneminde milletimiz ve devletimiz
payanda olmamıştır. Bugün de aynı görev bizi beklemektedir. Hatta bütün insanlığın
adil, kucaklayıcı bir öncüye ihtiyacı vardır. Tarih, bu görevi yine bizlere yüklemiştir.
Türkistan ve Ortadoğu coğrafyasını aslî kültürel etkileşim alanı kabul eden
Türkiye, bu ana yörüngeye bağlı kalmak kaydıyla Batı da dâhil olmak üzere her
yöndeki ülkelerle ilişki kurmalıdır. Ancak, hiçbir hâl ve şart altında ana
yörüngesini terk etmemelidir. Ana yörüngesi sağlam olan bir Türkiye,
bölgesinde de küresel ölçekte de liderliğini sürdürecektir. Çünkü, ana
kaynaktan beslenmek büyümenin ve sağlıklı kalmanın yegâne güvencesidir.
“Dilde, fikirde, işte birlik” olmak da bizce esasen bu ana yörüngeye bağlıdır.
Kısacası, Türkiye’nin ana yörüngesi, tarihsel ve bölgesel kültürel etkileşim
alanıdır.
Tarihe iz düşen, devletler kurup devletler yıkan, Dünya’nın en güzel
coğrafyalarında, en güzel iklimlerinde yaşayan ve hâlen varlığını sürdüren Türk
Milleti’nin en büyük ihtiyacı; “millî ruh”, “millî bakış”, “millî görüş”, “millî hareket”
etmek ve “millî kimlik” inşasını oluşturmaktır! İşte o zaman, ezelden ebede
beka ve güven içinde yaşarız!
Tarih mükemmel bir ders vericidir. Eğer; olay ve şahsiyetler, zaman ve
mekânın şartlarına göre doğru yorumlanabilirse… Elbette ondan ders alınırsa da
tarih, görevini ifa eder. Nitekim, tarihî olaylar yalnızca geçmişimizi aydınlatmakla
kalmaz, aynı zamanda günümüz için tasarımlarımızı, öngörülerimizi de ortaya koyar.
O bakımdan tarihi, yaşandığı dönemin şartlarıyla anlamak, değerlendirmek ve
yorumlamak gerekiyor. Bu işlem doğru yapılırsa, hem geçmişe dair hem günümüz
için hem de gelecekle ilgili mükemmel tespitler yapılabilir.
Tarihe dışarıdan bakıldığında, çoğu kez, şahıs ve olaylar yanlış
değerlendirilebilmektedir. Bu durum çoğunlukla bir yanılsama olarak çıkıyor
karşımıza. Bizim tarihimizde bu türden yanılsamalar hiç de az değildir. Allah’tan son
yıllarda tarihî diziler sayesinde tarihe ve geçmişe olan ilgi bir hayli arttı. Bu ilgi, tarihî                                                                                    şahsiyet ve olayları yeniden, daha derinden, daha yakından değerlendirmeyi de
beraberinde getirdi. Bu bağlamda DİRİLİŞ ERTUĞRUL ve PAYİTAHT dizileri, ciddî bir
işlev üstlenmişlerdir.
Tarihle ilgili yine/yeni güncel bir yanılsama olarak birbirlerine karşıt gibi
algılanan iki şahsiyet olan Sultan II. Abdülhamit ve Şair Mehmet Âkif’in sözde
karşıtlığı örnek olarak verilebilir. Bu iki büyük şahsiyetin duruşlarına zamanın ve
mekânın şartlarına göre bakıldığında, aslında bu iki şahsiyetin aynı ideallere sahip iki
kaderdaş oldukları görülecektir. Payitahtın bu iki kaderdaşı Sultan Abdülhamit ve Şair
Mehmet Âkif’i doğru anlamak için Osmanlı gibi bir cihan devletinin son demlerini
yaşadığı 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki şartları göz önünde
bulundurmak gerekiyor. 600 yıl Cihan’ın neredeyse yarısına hükmeden Osmanlı gibi
bir devin çöküşünü iliklerine kadar yaşayan bir sultan ve bir şairi anlamak için devrin
şartlarına vâkıf olmak zarureti vardır. Aksi takdirde, çok kötü bir anakronizm hatasına
düşülebilir.
Değerlendirme ve Sonuç
Sonuç olarak günümüz dünyasında ortaya çıkan şartlarda ve küreselleşme
dayatmalarının yoğunlaştığı bu çağda hem günümüzün huzurunu temin etmek hem
de geleceğe güvenle bakmak için mutlak surette gençlerimizde “millî kimlik inşası”
için özel gayretler gösterme ihtiyacı vardır. Günümüzde küresel akımların akışına
kapılma riskiyle karşı karşıya kalan gençliğimizi yeniden kendi inanç, kültür ve
medeniyet köklerimizle buluşturabilmek için acilen tarih bilincine dayalı yeni bir “millî
kimlik inşası” faaliyetine girişmek de tarihî bir misyon olarak önümüzde durmaktadır.
Bu amaçla eğitim müfredatlarındaki tarih derslerinin tarih bilgisi kazandırmaktan
ziyade, tarih bilinci oluşturmaya evrilmesi gerekmektedir. Kendimizi tanımak,
kendimizi sevmek, kendimizi yaşamak artık bir tercih değil, kelimenin tam anlamıyla
tarihî bir zarurettir!

Kaynakça

- İnan, Abdülkadir. (1998). Makaleler ve İncelemeler I-II. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yay.
- Kafesoğlu, İbrahim. (1997). Türk Millî Kültürü, Ötüken Yay. 46. Basım, İstanbul.
- Kaplan, Mehmet. (1985). Kültür ve Dil, Dergâh Yay. 3. Baskı, İstanbul.

- Topçu, Nurettin. (2016). Türkiye’nin Maarif Davası. 25. Baskı, İstanbul.
- Yediyıldız, Bahaeddin. (2003). Dil, Kültür ve Çağdaşlaşma. Ankara: Hacettepe
Ün. Yay.
- Yaman, Ertuğrul. (2023). Uzlaşma Kültürü, Akçağ Yay. 3.