Mehmet DOĞAN
Punto:
Dinle
Biz Kıbrıs için “ya taksim ya ölüm” diyen nesildeniz. Kıbrıs meselesi dış siyaset konusunda yeni ufuk arayışlarımızı beslemiştir. Sistemin katı “Lozancılık” prensibinin yalama olmasının başlangıcıdır Kıbrıs konusu. Dışişleri bakanlarını “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur”dan, Kıbrıs’ı mesele etmeye yükselten bir konudur bu.
Kıbrıs Lozan’da nihai olarak terk edilince, Cumhuriyet hükümeti göçü kolaylaştırmak için Lefkoşe’de konsolosluk açmıştır. Daha dindar olan kesimin, kimliği dert edinenler çoğunlukla belirtilen sürede Türkiye’ye göçtüğü tahmin edilebilir. Kalanların en azından bir kısmının sömürgeci İngilizlerle ve Rumlarla daha uyumlu olduğunu söylemek de mümkündür.
Türkiye’deki laikleştirici devrimler Kıbrıs’ta bu zeminde benimsenmiştir. Atatürkçülük Kıbrıs Türklerinin kimliğinde Türkiye’den daha fazla yer edinmiştir. 1970’lerde üniversite öğrencisi iken, Kıbrıs’la ilgili bir sunuş yapmak için Millî Kütüphane’de günün Kıbrıs gazetelerini gözden geçirmiştim. Galiba Halkın Sesi (ki Fazıl Küçük’ün gazetesidir)’nde “25 yıl önce Halkın Sesi” sütununda Lefkoşe’de Selimiye camiinde arapça ezan okuyan Nazım Âdil’in İngiliz yönetimine ihbar edilerek tutuklattırıldığını görünce gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
Nazım Âdil, sonradan Nazım Kıbrısî olarak tanınacaktır. Kıbrıs’ta doğmuş, İstanbul’da kimya fakültesinde okumuş. Memleketine dönünce her halde, “burada İngilizler var, Türkiye’deki ezan yasağı yoktur” diye minareye çıkmış. Soydaşları da İngiliz mercileri eliyle onu cezalandırmışlar!
Kıbrıs Rumları kilise merkezli bir mücadele yürütürken ve lider olarak bir papazla (Makarios) temsil edilirken, Türk tarafının temsili atatürkçülere kalmıştır. Fazıl Küçük bu muhtevayı sonuna kadar korumuş, fakat onun halefi olan Rauf Denktaş belli ölçüde esneklik göstermiştir.
Kıbrıs’ta kimlik siyaseti, Rum’un kilisesine karşı Atatürk büstü dikmekten ibaretken, Denktaş döneminde bazı camilerin yapılmasına kadar varılmış, hatta Rauf Bey zaman zaman cuma namazlarına katılmıştır. Buna rağmen, Kıbrıs’ta okullara din dersi koymak, dinî öğretim vermek mesele olmaya devam etmiştir.
Bu kimlik meselesi, Türkiye’ye ilave bir Kıbrıs meselesi halinde yansımıştır. Her zaman düşmanın ağzıyla konuşanlar, onların siyasetine şirin görünmek isteyenler olmuştur. İşte bunlardan birinin söyledikleri:
“Kuzey Kıbrıs, Türkiye’nin işgalinde olan, istila edilmiş bir yerdir. Türkiye Kıbrıslı Türklere, soykırım uyguluyor.” (Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası “KTÖS” Genel Sekreteri Şener Elcil: 7 Kasım 2019/Mayıs TV). Dikkat edin, bunu söyleyen bir öğretmen. Böyle öğretmenlerin olduğu bir ülkede öğrencilerin durumunu varın siz hesab edin.
Bu sözün mefhumu muhalifi “ben Rum işgalinde yaşamayı tercih ederim”dir. Aynı tonda olmasa bile, Türkiye karşıtı sözlerin sıkça söylendiği bir yerdir Kuzey Kıbrıs. Yani, Rumların 1963 Noel’inde yaptığı soykırım, sonrasında Kıbrıs Türklerinin büyük bir çoğunluğunun toplama kampına benzer yerlerde yaşamak zorunda kalması, nihayet 1974’te Kıbrıs harekatına sebep olan darbe ve Enosis saldırıları bir uyanışa vesile olmamıştır sanki. Yahut da aradan zaman geçmiş kötülükler, olumsuzluklar unutulmuştur. Tabiî yabancı istihbarat kuruluşlarınca kullanılan elemanların varlığını da dikkatten kaçırmayarak konuya yaklaşmak lâzımdır.
Şu tahmin edilemez değildir: Türkiye Kıbrıs’ın yönetiminde etkilidir. Bu etkinin tepkiye yol açması, kaçınılmazdır. Fakat bunun aşırı ölçülere varması, yine de kabul edilemez.
Kıbrıs’ta işletilen “Kıbrıslılık” kimliği iddiası, iki toplumun bir arada yaşaması hayali, birçok defa testten geçirilmiş, müsbet bir sonuca varılamamıştır. Kıbrıslı Türkler son olarak 2004’te toprak tavizine dayanan Annan Planı’na yüzde 60’ın üzerinde evet diyerek bu ütopyayı desteklemişlerdir. Peki Rum tarafı ne yapmıştır? Annan Planı’na yüzde 70’ten fazla hayır demiştir.
Buna rağmen, bazıları hâlâ Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya devam ediyorsa, buna ne demeli?