Piyasalar

Medeniyetler Çatışması / Uzlaşması

Punto:

Medeniyetlerin çatışması ve medeniyetlerin uzlaşması; sıkça duyduğumuz kavramlar bunlar, öyle ki; söylene söylene artık kanıksanmış ifadeler haline geldiklerini bile söylemek mümkün…
İşte tam da bu yüzden,  siyaset erbabının kullandığı kavramlara hep şüpheyle bakmak gerekmektedir, dahası bu şüpheli bakışı, diyelim Protagoras’a, Pyrrhon’a, Descartes’a ama en çok ta Gazzali’ye kadar giderek olumlayana kadar sürdürmek bile gerekiyor  denilebilir. 
Bunu bir önyargı olarak değerlendirmek te elbette mümkün, lakin  siyasete hâkim olan etik(!) kültür değişmedikçe, bu şüphecilik bir gereklilik olmaktan öte elzem bir hal alacaktır.
Siyaset dünyasının kullandığı kavramlara şöyle bir bakıldığında bile bu elzemiyetin boyutu daha iyi görülecektir nitekim: Sözgelimi, Demokrasi, insan hakları, özgürlük, hukuk vs… Bugün hemen her devlet bunları kendi çıkarları için kullanmakta değil midir, dahası yerel siyasette bile her siyasetçi kendi ideolojisi doğrultusunda yorumlamakta ve içini doldurmakta değil midir?
İşte 20. Yüzyılın son çeyreği ile 21. Yüzyılın başından bu yana olur olmaz biçimlerde konuşulan medeniyetler çatışması ya da uzlaşması da böylesine yapısal sorunlar içeren ve bir biçimde yapısından sökülerek yeniden incelenmesi gereken bir hal almış durumdadır.
Nitekim, bu kavramlar, Amerikalı yazar Samuel Hantington’un “Medeniyetler Çatışması” teorisi ile dünya gündemine oturmuş ve birçok tepkiye neden olmuştur. Bu teoriye göre, başta İslâm medeniyeti olmak üzere dünyanın büyük medeniyetleri Batı uygarlığı ile savaş ve çatışma içinde yaşamış ve sonuçta Batı, bu savaşın galibi olmuştur. Elbet bu süreç içerisinde Anglosakson eksendeki Amerika gibi ülkelerde pratikte aynı savaşın yanlısı olmuş ve bu görüşü takip etmiştir.
O kadar ki, artık Avrupa mihveri için bir hayal haline gelen ama muhakkak gerçekleşmesi de gereken bu teori, tam da ABD’nin yenidünya düzeni kurma ve küreselleşme siyasetiyle uyumlu bir teori olarak oldukça da kayda değer bir içerik kazanarak şekillenmiştir.
Değil mi ki, daha kavramsal köken bakımından bile kavramların kökenine ters düşecek şekilde bir çelişki ile dillene gelen çatışma ve uzlaşma ekleri iki şey arasında olabilecek bir gerçekliğin ifadesi olmaktan öte adeta gerilerek ve sündürülerek dönüştürülmüş halleriyle gündemdedir. Hâlbuki medeniyetin özüne ve mahiyetine bakıldığında, ikilik görülmemekte, tam aksine “bir”i ve tekliği ifade etmektedir. Çünkü medeniyet; insanlığın çeşitli bölge, zaman ve parçalarının oluşturduğu kültürün genel anlamdaki gelişmesidir ve bu gelişme, tüm insanlığın ortak değeri hükmündedir.
İnsanlığın tarihine baktığımız zaman, bazı insanlar gibi, bazı ülkelerin, devletlerin de hadlerini aşarak her şeyin sahibi olduklarını iddia ettikleri görülebilir. Hatta “Tanrı, sadece benimdir” ya da daha ileri giderek Firavunvari bir edayla “Ben tanrıyım” diyenler dahi olmuştur. Oysa diğer tarafta insanlığın vicdanını temsil eden büyük halk çoğunlukları, ellerinde olan her şeyi paylaşmış ve insanlığın ve insanlığa dair değerlerin günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Buna rağmen “her şey benim”ci azınlık ise  ellerine geçirdikleri gücü bu paylaşımcı çoğunluğun aleyhine kullanmış, onları köleleştirmeye çalışmış, sömürge kolonileri, bu kolonilerle kararan sömürge asırları ve müstemlekeler oluşturmuşlardır.
İşte adeta insanlığın rağmına insana ve insanlığa rağmen, dünya halkının, dinlerin ve medeniyetlerin kardeşçe yaşama arzusuna karşın bazı zengin ve güç sahibi devletler dünyaya musallat olmak için üretmiş oldukları hemen her bahaneye benzer biçimde, medeniyetler çatışması dedikleri pisliği de böylece körüklemekte ve bu yolda adım atmaktadırlar…
Örneğin bugün Amerika, dünyada şiddet yanlısı ve en büyük güvensizlik ve savaş kaynağı olarak biliniyor. Bu devlet gayr-i meşru çıkarları için dünyayı tehdit edip savaşlar çıkarıyor. Öbür yandan batı medyası da medeniyetler savaşı çerçevesinde İslâm dinini şiddet yanlısı olarak lanse etmeye çalışıyorlar ve ilginçtir; tüm bu propagandalar da güya bir strateji oluşturmak anlamında, ardındaki asıl stratejiyi gizleyemeyen bir içerikle, İslâm dinini, gayr-i meşru çıkarları yolunda bir engel olarak gören çevrelerce yürütülüyor.
Bu zümrenin başvurduğu bir yöntem, İslâm dinini şiddet ve tefrika yanlısı göstermektir. Oysa tüm semavî dinler, ortak yönlere sahiptir ve hepsi yüce Allah tarafından insanların saadeti için gönderilmiştir. Gerçi geçmişte dinler arasında bazı sürtüşmeler yaşanmıştır; lâkin tüm bunlar, birtakım yanlış anlaşılmalar ve bazı mutaassıp insanların tavırlarından kaynaklanmıştır.
Dolaysıyla medeniyetlerin anlaşmazlıklarının sebebi; dinî ve mezhebî değil, iktisadî ve siyasî çıkarlardır. Bu konuda UNESCO’nun eski başkanı ve Medeniyetler Birliği Grubu üyesi Federiko Mayor şöyle diyor: “Medeniyetler arası uçurum dinlerden değil, devletlerin siyasî sorunlarından kaynaklanır.”
Batı devletleri ve onların güdümünde olan medya, kasıtlı olarak dinleri anlaşmazlık kaynağı göstermeye ve çeşitli yollara başvurarak bu semavî inançların kutsallığını yok etmeye ve böylece dinler ve medeniyetler çatışmasına zemin hazırlamaya çalışıyorlar ki, işte bu da  ta Samiri’den beri olagelen alçak bir stratejiyi ortaya koymaya yetiyor…
Tam da bu yüzden binlerce örnek arasında manidar bir örnek olarak, Danimarka’da bir gazetede bir karikatürün yayınlanmasını ve Hz. Peygamber’e (s.a.v) yapılan saygısızlığı da aynı çerçevede değerlendirmek gerekiyor. 

Görüne o ki, J.Ellul’un deyimiyle sözün düştüğü ve kavramların soysuzlaşmaya başladığı son çeyrek yüzyılda bu yana “medeniyet” kavramı da, diğer kavramlar gibi, bir güç olarak haddini aşmışların kötü emellerine kurban edilmek için kullanılıyor ve herkes te bu kavramı böylece kabul etsin ve kullansın isteniyor.
Özetle; Medeniyetler çatışması ya da uzlaşması kavramlarını tarihsel gelenek içinde açıklarsak, şöyle bir cümle kurabiliriz belki; 
‘‘… Zalimlerin ve mazlumların çatışması ya da uzlaşması, Hak ve batılın çatışması ya da uzlaşması, Mustazaf ve müstekbirin çatışması ya da uzlaşması, insanların ve insan hakları kavramlarını sözde savunanların çatışması ya da uzlaşması!...’’
Sonuç:
Zalim ve mazlum bugüne kadar uzlaşamadığına ve yapısal olarak uzlaşamayacağına göre, geriye sadece zalim ve mazlumların çatışması kalacaktır. Bu da Doğu ve Batı (medeniyetler) arasında değil, her toplumun kendi içinde olacaktır ve medeniyetler çatışması asla olmayacaktır. Çünkü medeniyet, tüm insanlığın ortak malıdır ve insanlık artık tüm insanların kardeşliğini istemektedir, zalimler istemese bile işin doğasına uygun olarak bu böyledir çünkü..
Ancak unutmamak gerekmektedir ki; satır aralarında vurgulamaya ve diri tutmaya çalıştığımız, her daim olsun istediğimiz “medeniyetler birliği teorisi”ni savunanlar medeniyetlerin yakınlaşması için sunacakları pratik yollarda birçok zorluklarla karşı karşıya kalacaklardır. İşte bu noktada da, bu çatışmacı yorumların tam aksine medeniyetlerin anlaşmazlıklarını tanıtmak ve giderme yollarını bulmak, çok yönlü ve bağımsız bakış açısını gerektirecektir ki, bu da daha evrensel ve kadim bir bakış açısını önceleyecektir, zira zamanın siyasî bakış açısı hele global perspektifte hiçte güven verici değildir…