Atilla BİTİGEN
Punto:
Dinle
Ülkemiz ekonomisi Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980’de declare ettiği ve siyasi tarihimizde “24 Ocak Kararları” olarak geçen kararlar sonrasında, ekonomimiz çok büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan, 1980’e kadar ithal ikameye dayalı, planlı, tabir-i caizse kendi yağında kavrulan, minimum dış ticaret açığı vermeye dayalı, karma bir ekonomik anlayışı benimsemiştir. Kapitalist ekonomiler de aslında 1929 buhranı sonrasında, 70’lerdeki petrol krizine kadar Keynesyen ekonomik modelini benimsemişlerdi. Keynesyen ekonomik model de devlet müdahalesi, o zamana kadar hakim olan “görünmez el” prensibi terk edilmiş, devletin etkin bir paydaş olarak yer aldığı ekonomik sistem benimsenmiştir. Öte yandan, SSCB’nin başını çektiği sosyalist sistem de, Avrupa’nın doğusunda 2. Dünya Savaşı sonrasında bölgede hakim olmuştur. Deyim yerindeyse, iki zıt ekonomik model soğuk savaşın hakim olduğu bir dönem geçirmiştir dünya siyasi tarihi.
70’lerde yaşanan petrol krizi ve Kıbrıs sorunu ve Ecevit’in 1974’de haşhaş ekimini serbest bırakması yüzünden ABD’nin uyguladığı ambargo, Türkiye’yi Büyük bir ekonomik kriz yaşamasına sebep olmuştur. Toplum da bu dönemde Büyük bir kırılma olmuştur, 1975-1980 arası anarşik olaylar sokağa egemen olmuştur. Genel olarak baktığımızda, temel tüketim maddelerinde yaşanan kıtlık, karaborsa, hiper-enflasyon ve devalüasyon dengeleri sarsılmıştır.
24 Ocak Kararları esasen, önceki Ecevit hükümetine IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan, lakin Bülent Ecevit’in ve misyon edindiği CHP’nin “Ortanın Solu” hareketine ters olan özelleştirme politikaları, devlet kontrolünün piyasa üzerinden kaldırılması, paranın daha çok devalue edilmesi, hızlı bir liberalleşmenin gerçekleşmesine dayanır. Hakikaten de, 24 Ocak kararları sonrası KİT’ler hızlı bir şekilde özelleştirilmiş, devletin ağırlığı ekonomide azalmaya başlamış, destekleme alımları durdurulmuş, tam anlamıyla serbest piyasa ekonomisi ülkede hakim olmaya başlamıştır. 12 Eylül darbesi sonrası, kurulan Ulusu hükümetinde bu politika aynen tatbik edilmiş, çıkarılan yasal düzenlemeler de işveren lehine olmuştur, grev ve lokavt uygulamaları kaldırılmıştır. 1983 sonrasında Türkiye’nin ANAP iktidarında IMF ve Dünya Bankasından “stand-by antlaşmaları” sayesinde aldığı kredilerle, kotaların kaldırılması, ihracat ve ithalatın önündeki yasal engellerin kaldırılmasıyla gelişim gösterdi ancak gelir dağılımının daha da bozulmasına sebep oldu. 90’lı yıllarda koalisyon hükümetlerinin eğemen olduğu kaotik bir döneme girdi. 1999 Büyük Marmara Depremi ve 2001 Ekonomik Krizi Türkiye için Büyük bir kırılma noktasıyla karşı karşıya bıraktı
1994 yerel seçimlerinde, Büyük bir ivme yakalayan Milli Görüş ve İslamcılık ideolojisinin bayraktarı Refah Partisi Recep Tayyip Erdoğan ile büyük bir popülarite yakaladı. Refah Partisi’nin 28 Şubat sürecinde ve sonrasında kurulan Fazilet Partisi’nin kapatılması, Erdoğan’ın Siirt’te yaptığı konuşma sonucunda aldığı hapis cezasının toplumun büyük bir kesimince tepkiyle karşılanması, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar ülkeyi 2002’de erken seçime götürmüştür.
Recep Tayyip Erdoğan tarafından kurulan AK Parti, 2002 seçimlerinde büyük bir başarı yakalamış, iktidara gelmiştir. Tek başına iktidar olmanın getirmiş olduğu ivme ve halkın büyük desteği, ikinci bir ANAP etkisine sebep olmuştur. Derviş tarafından güçlü ekonomiye geçiş programı aynen uygulandı mali disipline uyuldu beraberinde ekonomik büyüme gerçekleşti. 2002-2008 Arası dönem hem dünyada sıcak paranın bol olduğu bir iklimdi hem de AB ve ABD ile ilişkiler oldukça iyi seyrediyordu. O dönmede Merkez Bankası dahil kurumlar özerk hale gelerek siyasetin vesayetinden kurtarılarak rasyonel temele oturmuştur. 2002’den günümüze kadar olan süreçte, ülkede sermayenin el değiştirdiğini, büyük özelleştirmelerin yapıldığını, ülkede özellikle inşaat alanında büyük yatırımlar yapıldığını, Arap kaynaklı sermayenin ülkede konut ve turizm yatırımları yaptığını görüyoruz. Lakin bu süreç içerisinde, Türkiye, Gezi Olayları ve 15 Temmuz Darbe Kalkışması gibi hem siyasi, hem sosyal, hem de ekonomik olarak mikro ve makro sonuçları olan olaylarla karşı karşıya kalmıştır. Öte yandan, Suriye meselesi ve Suriyeli mültecilerin ülkeye kabulü, onlara harcanan devasa harcamalar gözardı edilemeyecek derecede ekonomiyi bozmuştur. Şu an Türkiye’nin en Büyük sorunu işsizliktir, Üniversite sayısı artmış ancak üniversite mezunu işsiz sayısı hemen hemen her sektörde artmıştır, hizmet sektörü ülke üzerinde egemendir. Sosyal güvenlik anlamında işçi lehinde düzenlemeler yapılsa da hizmet sektörü iş gücünü yabancı ve göçmenlerden karşılama yoluna gitmektedir. Yasalar bir şekilde ihlal edilmeye çalışılmakta, kaçak işçi çalıştırılmakta ve kayıt dışı istihdam artmaktadır. TÜİK verilerinde toplam kayıtsız çalışan oranı yüzde 33.8 olarak bulunmuş.
Devlet istatistik kurumu başına siyasi atama TÜİK verilerine güveni azaltmış, merkez bankası başkanın değiştirilmesi ise merkez bankasının bağımsızlığını zedelemiştir. Eskiden siyasetten arındırılmış özerk kurumlar daha fazla siyasetin emrine verilmiştir. Artık kumandalı müdahaleli bir ekonomi yönetimi uygulanmaktadır. Kuralların olmadığı, fiiliyatın kanunların önüne geçtiği bir ülkeye yabancı sermaye de gelmez, sermayesi olan yerli de yatırım yapmaz. O nedenle kısa vadeli dalgalanmalar yaşanır ama ekonomide uzun ve kalıcı bir iyileşme bu düzende olmaz. Kronik yüksek işsizlik, kronik sosyal bunalım artık sistem değişene kadar kaderimiz haline gelmiştir. Sosyal patlamanın göstergesi durdurulamayan salgına dönmüş seri intihar vakaları sosyal yangının göstergesidir. Her gün bir kaç vatandaşın intihar ettiği bir ülkede ekonomik kriz yok demek kendini kandırmaktır.
Faiz oranları devlet tarafından müdahalelerle düşürülmekte, başta yabancı yatırımcılar çekilmeye ve yatırım yapmaları konusunda teşvik edilmektedir. Ancak bu politikanın da başka sakıncaları piyasaları olumsuz manada etkilemektedir. Vergi oranlarının yüksek olması ve temel tüketim oranlarındaki dengesiz fiyat artışları, asgari ücretle çalışan halkın büyük bir kesimi üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır. Fiyat istikrarsızlığı ve gelir dağılımındaki bozukluklar 2020’de de devam etmektedir.
Rubil Gökdemir ekonomisi kötü olan ülkeleri karşılaştırmış, en kötü durumda olan bizim ülkemizmiş. Dış borçların GSYH’ya oranında, Merkez Bankası döviz rezervleri, risk primi CDS rakamlarında en kötü tabloya sahibiz. Enflasyon altında eksi reel faizle Hindistan’la yan yanayız. Merkez Bankasının 2019 Temmuz sonunda başlattığı faiz düşüşlerine paralel olarak, her hafta kredi hacmi periyodik olarak artmaya devam ediyor. Nitekim, 14 Şubat 2020 itibariyle toplam kredi hacmi yine 2 Trilyon 707 milyar seviyelerine ulaşmış gözüküyor. Büyümemiz kredi yolu ile tüketici kredilerinin artırılması suretiyle, piyasaya "can suyu" pompalamaktan kaynaklanıyor. Yapay bir şekilde kamu kaynaklı ucuz tüketici kredileri vasıtasıyla, ekonomi yönetimi günü kurtarmak ve uzatmaları oynamaktadır. Krediye dayalı iç tüketimin bu şekilde tahrik edilmesi, devamında da ithalat artışının getireceği "cari açık" problemi ve büyümekte olan kamu bütçesi açıklarını da üst üste koyduğumuzda, bu olumsuz bileşenlerin sonucu çok yıkıcı olacak veya köklü çözümleri daha da ertelediğimizde ise gelecek nesile enkaz bırakacağız demektir. Korona virus nedeniyle ekonomik faaliyetlerde kısıtlama, turizm gelirlerinde azalma, döviz açığında artmaya katkı sunacaktır. İdlib'de anlaşma olmazsa bu jeopolitik risk artışı, ekonomik tabloyu daha da bozarak ciddi krizle sonuçlanabilir.
Kumandalı ekonomi tabiri rahmetli Süleyman Demirel'e aittir, halefi ekonomi profesörü Tansu Çiller için söylemiş. Kumandalı ekonomide kalmaya gayret ediyor, bu doğru değil, neden korkuyor. Oysa böyle bir korkuya gerek yok. Faiz ve kur piyasada serbest olursa hiçbir dengesizlik olmaz. Ama siz serbest ekonomi değil, kumandalı ekonomi uygularsanız dengeyi bulamazsınız. Serbest piyasaya dönüş olmazsa bu kumandalı ekonomi ile sürdürülemez.
Not: Bu yazıda Rubil Gökdemir'in yüzleşme makalesinden ve Berk Geyik ekonomi analizinden faydalanılmıştır.