Piyasalar

KARAR MÜNASEBETİYLE

Punto:

KARAR İLE İLGİLİ
1 Kasım 1922
Arkadaşlar! İstanbul’da, kendisine hukuksuz bir sıfat yakıştıran Tevfik Paşa, önce gizli ve özel bir şekilde ordularımızın Başkomutanına, ardından açık bir telgrafla Meclis’e başvurdu. Dikkat edilirse, gönderilen bu telgrafla İslam dünyasının kamuoyunu yönlendirmek amaçlanıyor.
Bu telgraftaki düşünce, bağımsızlığımızı yok etmeye çalışan düşmanlarımıza karşı kutsal davamızı savunmada hem fiilen hem hukuken başarılar elde eden milli hükümetimizi zayıflatmayı hedefliyor. Anlam ve mantıktan yoksun olan bu telgrafın içeriği, Meclis’in varlığıyla ortaya çıkan bir gerçeği yeniden gündeme getirmemizi gerektirdi. Yönetimimizde bulunan bu gerçek, Türkiye halkının kendi kaderine doğrudan ve bizzat sahip çıkması, milli egemenliğini ve milli saltanatını üç yıldır kendi elinde tutarak kutsal davasını savunuyor olmasıdır.
Bu gerçeğin ortaya çıkışı, yanlış bir inancın son bulmasına neden oldu. Bu yanlış, hukuksuz ve mantıksız olan şey, bir milletin egemenlik ve saltanat hakkının bir kişinin elinde toplanmasıydı.
Bu noktada, milletin tamamının ve milletin isteklerine uygun olarak hareket eden milletvekillerinizin doğal bir şekilde aldığı kararı, pek çok kez, farklı arkadaşlarımız çeşitli vesilelerle ifade etmiş olmalarına rağmen, ben de bir arkadaşınız olarak burada aynı şeyi tekrar edeceğim. Lütfen beni beş, on dakika daha dinleme nezaketinde bulununuz (hay, hay! sesleri).
Arkadaşlar! Açıklık kazandırmak için hep birlikte Türk tarihi ve İslam tarihi üzerine kısa ve hızlı bir bakış yapmaya ne dersiniz?
Efendiler! Bu dünyada en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği kadar, tarih sahnesinde de derinliği bulunmaktadır.
Efendiler! Bu derinliği isterseniz iki ölçütle değerlendirelim; birinci ölçüt, tarih öncesi çağlara ait bir ölçüttür. Bu ölçüte göre Türk milletinin en eski atası olan ve “Türk” adını taşıyan kişi, Hazreti Nuh’un oğlu Yafes’in oğludur. Tarih döneminin belge toplamada pek hoşgörülü olduğu ilk safhaları biz de hoşgörüyle karşılayalım. Ancak en belirgin, en kesin ve en maddi tarihsel kanıtlara dayanarak ifade edebiliriz ki, Türkler 1500 yıl önce Asya’nın ortasında muazzam devletler kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneğine sahne olmuş bir unsurdur. Çin’e elçiler gönderen ve Bizans’tan elçiler kabul eden bir Türk devleti, atalarımız olan Türk milletinin kurduğu bir devletti.
Arkadaşlar! Yine bilinmektedir ki, dünya üzerinde yüz milyonluk bir Arap topluluğu vardır ve bunların Asya’daki kısmı Arap Yarımadası’nda yoğun olarak varlığını sürdürmektedir. Peygamberlik ve risaletin mazharı olan Efendimiz, bu Arap topluluğu içinde Mekke’de dünyaya gelmiş mübarek bir şahsiyettir.
Ey arkadaşlar! Allah birdir ve büyüktür. İlahi düzenin işleyişine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki dönemde ele alınabilir. İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik dönemidir. İkinci dönem ise insanlığın olgunluk ve kemale erişme dönemidir. İnsanlık birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından ve maddi araçlarla kendisiyle ilgilenilmesini gerekli kılar. Allah, kullarını ihtiyaç duydukları olgunluk noktasına ulaşana kadar aralarından seçtiği peygamberler vasıtasıyla onlarla ilgilenmeyi ilahlığının bir gereği saymıştır. Onlara Hazreti Adem’den itibaren, sayısız, belki de sınırsız denebilecek kadar çok peygamber ve resul göndermiştir.
Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini hakikatleri ve medeniyeti verdikten sonra artık insanlıkla dolaylı bir şekilde iletişim kurmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın bilgi, idrak ve olgunluk düzeyi, her bireyin doğrudan Allah’tan ilham alabilecek bir kapasiteye ulaştığını kabul buyurmuştur. Bu sebepledir ki Peygamberimiz, son peygamber (Hatemu’l-Enbiya) olmuştur ve onun kitabı, en mükemmel kitaptır.
Son peygamber olan Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem), 1394 yıl önce, miladi takvime göre nisan ayında, Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha karşı tanyeri ağarırken dünyaya gelmiştir. Bugün, o gündür. İnşallah bu büyük bir tesadüftür (İnşallah! sesleri). Gerçekten, Arap takvimine göre bu akşam onun doğum yıldönümüne denk gelmektedir.
Peygamber Efendimiz, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdi, fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nurani, sözü ruhani, olgun, görüşte benzersiz, sözlerinde doğru ve sakin olan Muhammed Mustafa, önce bu özel ve belirgin özellikleriyle kabilesi içinde “Muhammedü’l-Emin” olarak anıldı.
Muhammed Mustafa, peygamber olmadan önce kavminin sevgisini, saygısını ve güvenini kazandı. Ondan sonra, ancak kırk yaşında peygamberlik ve kırk üç yaşında risalet görevi kendisine verildi. Peygamber Efendimiz, sayısız tehlikeler ve sonsuz sıkıntılar karşısında 20 yıl boyunca çalıştı ve İslam dinini tesis etmeye yönelik peygamberlik görevini başarıyla yerine getirdikten sonra yüce makama ulaştı. Onun irşadına mazhar olan bütün Müslümanlar, özellikle Ashab-ı Güzin, pek çok gözyaşı döktü. Ancak insanlığın gereği olan bu durumun, üzüntünün faydasız olduğunu hemen idrak eden zeki kişiler, Peygamberin ardından ağlamak yerine, ümmetin işlerini bir an önce düzene koyacak tedbirler almak gerektiği kanaatiyle toplandılar. Resulullah’a halife olacak bir emir seçilmesi konusu gündeme geldi.
Resulullah’ın yakın dostu olan Hazreti Ebubekir, Peygamberimiz tarafından çok sevilir ve vefatından önce Ebubekir’in kendisine halef olması uygun olacağına dair çeşitli işaretlerde bulunmuştu. Buna göre toplanıp resmen bir seçim yapmaktan başka bir şey kalmamış gibi görünüyordu.
Ancak bu seçim süreci o kadar basit olmadı. Bilakis mesele çok tartışmalara ve çok ciddi görüş ayrılıklarına sahne oldu. Halife seçiminde üç farklı bakış açısı öne çıktı. Bu görüşlerden biri, hilafet makamına layık kişinin, ümmetin ihtiyaçlarını karşılayabilecek güç ve yeterliliğe sahip olması gerektiğiydi. Bu bakış açısı, sahabenin çoğunluğu tarafından benimsendi.
İkinci görüş, o zamana kadar İslam'ın zaferine hizmet eden kavmin hilafete layık görülmesiydi. Bu, Ensar'ın görüşüydü.
Üçüncü fikir ise, yakın akrabalığı öncelikli kılıyordu. Bu da Haşimilerin görüşüydü. Bu üç görüşten birini ittifakla tercih etmek ve hilafet meselesini bir karara bağlamak mümkün olmadı. Sonunda, anlaşmazlık ve belirsizliğin hemen önüne geçilmesi gerektiğine inanan Hazreti Ömer'in etkisiyle Hazreti Ebubekir'e biat edildi. Görüyoruz ki, ilk halifenin seçilmesinde, genel eğilimlerin doğal birleşiminden ziyade şahsi etkiler belirleyici olmuştur.
Efendiler!
Bu muhalefet ve tartışmaların gereksiz olduğunu düşünmeyelim. Gerçekte hilafet meselesi, İslam milletleri için en büyük faydadır. Çünkü, efendiler, Nebevi Hilafet, İslam toplumu arasında bir bağ olan bir yönetimdir ve Müslümanların birlik içinde toplanmasını sağlayan bir simgedir.
Yönetim ise Allah'ın bir sırrı ve hikmetidir ki, kuruluşu daima güç ve kuvvetle meşru olur. Yönetimin esas amacı, fitneyi önlemek, düzeni sağlamak, ülkelerin asayişini korumak ve kamu işlerini düzenlemekten ibarettir. Bu da ancak güç ve kuvvetle mümkündür. Allah'ın âdeti bu şekilde süregelmiştir.
Buna göre, yukarıda açıkladığım üç farklı görüşten birincisinin -yani, kuvvet ve nüfuza sahip olan kavmin hilafetin varisi olması gerektiği görüşünün- diğer görüşlere üstün gelmesi doğaldır ve Hazreti Ebubekir'in etkili bir şekilde hilafet makamını üstlenmesi isabetli olmuştur. İşte bu şekilde, Saadet Devri'nden sonra "hilafet" unvanıyla bir İslami yönetim şekillenmiştir.
Fakat, efendiler, Peygamberin vefatıyla birlikte hemen her tarafta irtidat (dinden dönme), gericilik ve isyan başladı. Hazreti Ebubekir bunları bastırdı ve duruma hakim oldu. Bir yandan da İslami yönetimin sınırlarını genişletmeye girişti. Hazreti Ebubekir, son demlerine yaklaştığında, kendi seçimi sırasındaki zorlukları hatırladı ve Hazreti Ömer'i bir vasiyetnameyle bizzat seçip halka önerdi.
Hazreti Ömer'in hilafeti döneminde, İslam toprakları fevkalade bir hızla genişledi ve servet arttı. Ancak, bir toplumda servet ve zenginlik arttıkça, insanlar arasında doğan çıkar çatışmaları ve bunların ihtilal ve fitnelere yol açması, bu geçici dünyanın tabiatındandır. İşte bu durum, Hazreti Ömer'in zihnini meşgul ediyordu. Ayrıca, Hazreti Ömer, Peygamberimizin yakın sahabelerine söylediği şu sözleri hatırlıyordu:
"Ümmetim, düşmanlarına galip gelecek; Mekke, Yemen, Kudüs ve daha pek çok yeri fethedecek; Kisra ve Kayser'in hazinelerini bölüşecek. Fakat bundan sonra aralarında fitne, ihtilaf ve nefsaniyetler ortaya çıkacak ve eski krallık düzenlerine dönecekler."
Hazreti Ömer, bir gün Huzeyfe bin Yeman'a büyük fitnelerden bahsederek sorduğunda, Huzeyfe ona şu cevabı verdi:
"Senin için bundan korkacak bir durum yok. Senin zamanınla o zaman arasında kapalı bir kapı vardır."
Hazreti Ömer sordu:
"Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?"
Huzeyfe cevap verdi:
"Kırılacak."
Hazreti Ömer:
"O hâlde artık kapanmaz." dedi ve üzüntüsünü dile getirdi. Gerçekten de o kapının kırılması mukadderdi. Çünkü İslam toprakları genişlemiş, işler çoğalmıştı. Bu yönetim şekliyle ve bu tarz idareyle her yerde tam adaletin uygulanması zorlaşmıştı. Hazreti Ömer bunu fark ediyor ve sıkıntı duyuyor, Allah'a şöyle yalvarıyordu:
*"Ya Rab! Ruhumu kabzet!"
Bir gün, Ömer ağlarken sebebi soruldu. O da, "Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa, korkarım ki, Ömer’den sorulur," diye cevap verdi.
Evet, Hazreti Ömer (Radiyallahu anh), artık hilafet makamının, devlet yönetimine uygun olmadığını fark etmişti. Bir kişinin faziletinde, kudretinde veya büyüklüğünde ne kadar güçlü olursa olsun, bir devletin yönetimi için yeterli olmayacağını tüm anlamıyla kavramıştı. Hatta bu endişe nedeniyle, Ömer, kendisinden sonra bir halife düşünemedi. Kendisine oğlunu önerdiklerinde, "Bir evden yalnızca bir kurban çıkar," dedi. Abdurrahman bin Avf çağırdı:
"Ben seni halife yapmak istiyorum," dedi. Ömer ise, "Bana, kabul et demek yerine, görüş ve nasihat eder misin?" dediğinde, Ömer, "Edemem, ya Avf!" diye cevap verdi.
Abdurrahman, "Vallahi ben de bu işe girmem," dedi. Sonunda Ömer, en mantıklı çözümü buldu ve devlet işlerini, milletin işini danışma yoluyla halletmeye karar verdi. Ömer'den sonra, sahabe ve halk, mescidi doldurdu ve orada ümmetin idaresini, halifeliği devralacak kişiyi seçtiler.
Hazreti Osman halife oldu. Fakat, kırılmaya mahkum olan kapı artık kırılmıştı. İslam topraklarında çeşitli isyanlar başladı. Zavallı Osman, zor bir duruma düştü. Hatta, İslam valisi Muaviye, onun hayatını korumak için yardım teklif etti. Osman, buna karşılık olarak, koruma için asker göndermeyi önerdi, ancak hiçbir şey yapılmadı. Her tarafta isyanlar baş gösterdi ve sonunda Osman, evinde kuşatma altında şehit oldu. Kanlı olaylardan sonra Hazreti Ali (Keremallahu veche) hilafete getirildi. Tekrar edelim ki, kapı kırılmıştı.
Irak, Yemen, Suriye ve Hicaz gibi bölgeler, aynı ırktan olmalarına rağmen farklıydı. Hicaz’da bir halife, Suriye’de ise güce dayalı bir valiyle Sıffin’de karşı karşıya gelmek zorunda kaldı. Muaviye, Hazreti Ali'nin hilafetini tanımıyor ve aksine onu Osman ile suçluyordu.
Halifenin görevi, İslam dünyasında Kur’an hükümlerinin uygulanmasını sağlamak iken, bir savaş kaçınılmaz oldu. Muaviye'nin temsilcisi Amr bin As ile Hazreti Ali'nin temsilcisi Ebu Musa el-Eş'ari, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için karşı karşıya geldiler. Hazreti Ali, unvanındaki "Emir’ül-Müminin" sıfatının kaldırılmasına razı oldu. Ancak sonrasında her iki taraf da birbirlerine karşı çeşitli hileler kullandı. Amr bin As, Muaviye’ye hilafetini duyurdu.
Hazreti Ali, hakemlerin kararına uymaya söz vermişti, ancak yine de hilafet görevini sürdürmeye devam etti. Görülüyor ki, Peygamber Efendimizin vefatından 25 yıl sonra, İslam dünyasında, aynı din ve aynı ırktan olan iki büyük şahsiyet, hilafet için mücadele etti ve arkalarından sürükledikleri insanları kan içinde bıraktılar. Sonuç olarak, hilafet unvanı, İslam yönetimini saltanat sistemine dönüştürdü.
Emevi saltanatı, büyük fetihler yapmasına rağmen, kanlı olaylarla yalnızca 90 yıl sürebildi ve Hicri 132. yılda, Arap halkı Emevi saltanatını devirdi ve yerine Abbâsî Devleti'ni kurdu. Abbâsîler, Orta Asya’daki Türkler ile ilişkiliydi. Türkler, İslam'ı kabul ettikten sonra, büyük bir devlet kurdular. Bu Türkler, Abbâsî halifeliği döneminde asker olarak Suriye, Irak ve Anadolu'ya kadar geldiler ve bu topraklarda büyük bir nüfuz kazandılar. Selçuklu Devleti, bu dönemde önemli bir Türk devleti olarak kuruldu ve sınırlarını genişleterek Abbâsî halifeliğini ele geçirdi.
Bağdat'ta, aynı merkezde Melikşah adında Türk hâkimiyetini temsil eden bir kişiyle, halife unvanını taşıyan Muktedibillah yan yana oturmuş ve akraba olmuşlardır. Bu durumu biraz incelemek isterim:
Türk Hakanı, büyük bir Türk Devleti'nin hâkimiyetini ve saltanatını temsil ediyor, yanında bir hilafet makamının da var olmasına engel görmüyordu. Eğer böyle bir engel olsaydı, zaten kontrolündeki makamı ortadan kaldırıp, o makama ait sıfatları kendi makamında birleştirebilirdi. Hazreti Selim'in yaklaşık beş asır sonra Mısır'da yaptığı gibi, Melikşah da isterse, o dönemde Bağdat'ta aynı şekilde bir düzenleme yapabilirdi.
Muktedibillah, veliahdı olan oğlunu görevden alıp, yerine kendi torununu getirmek için halifeyi zorlamıştı. Melikşah ölmeseydi, bu durum gerçekleşecekti.
Şimdi, değerli dostlar, hilafet makamı muhafaza edilirken, aynı zamanda milli hâkimiyet ve saltanat makamı da önemlidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, elbette hilafet makamının yanında yer alır ve Melikşah’ın makamının karşısında, aciz ve küçük bir makam olmaktan daha yüce bir konumda bulunur; çünkü Türkiye Devleti'ni temsil eden makam Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Tüm Türkiye halkı, o makamı hilafetin teminatı olarak vicdani ve dini bir görev olarak kabul etmektedir.
Tarihi olaylar üzerinden birkaç adım daha ilerleyelim: Orta Asya’da büyük Türk Devletleri kurulmuş, daha sonra batıda İran Selçukluları ve Anadolu’da Rum Selçukluları gibi büyük devletler kurulmuştur. Konya’da merkezini kuran Rum Selçukluları, 699 yılına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. İslam-Türk devletleri faaliyetlerini sürdürürken, Cengiz Han, Karakurum’dan çıkarak 559 yılında sınırlarını Çin denizine, Hazar Denizi’ne kadar genişletmiştir. Cengiz’in torunu Hülagü, 656 yılında Bağdat’ı fethedip, Abbâsî halifesi Mutasım’ı öldürerek hilafetin fiilen sona ermesine sebep olmuştur.
Hazreti Ebubekir, dünyaya ilgisi olmayan, sadece dini görevini yerine getiren bir halife olarak görev yapmıştır. Hazreti Ömer de toplumun düzeni için önemli kararlar almış ve mütevazı bir şekilde vefat etmiştir. Hazreti Osman ise, halifelik görevini yerine getirirken kanını dökmüş ve dünya hayatını terk etmiştir. Hazreti Ali, halifeliği sürdürememiş ve Ehli Beyt’in haklarını koruyamamanın acısıyla vefat etmiştir.
Emeviler, halifeliği 90 yıl boyunca sürdürebilmişlerdir, fakat sonunda Abbâsî halifeleri Bağdat’tan Hülagü tarafından zorla çıkarılmıştır. Abbâsî halifeliğinin sonuncusu olan Mutasım ve ailesi, 800 bin kişiyle birlikte Hülagü’ye kurban verilmiştir. Abbâsî halifelerinin zaafını gören Endülüs halifeleri, aynı unvanları taşısalar da, etkileri ve güçleri azalmıştır.
Bağdat’ta Hülagü’nün gerçekleştirdiği büyük olaydan sonra, dünya genelinde halife ve hilafet makamı yok olmuştur. Üç yıl sonra, 659 yılında, Abbâsî halifeliğinden Elmustansırbillah, Hülagü’den kurtularak Mısır’a sığınmış ve Mısır hükümeti tarafından halife olarak kabul edilmiştir. Ardından on yedi halife unvanını taşımış, fakat hiçbiri gerçek bir yetkiye sahip olmamıştır. Mısır hükümetinin himayesinde yaşamışlardır.
Selçuklu Devleti’nin sona ermesinin ardından, Türkler 699 yılında Selçuklu Devleti yerine Osmanlı Devleti’ni kurmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin ilk padişahlarından Yavuz Sultan Selim, 924 yılında Mısır’ı fethettiğinde, orada bir halife bulmuş ve bu unvanı, Osmanlı Devleti’nin gücüne dayanarak yeniden canlandırmıştır.
Osmanlı Devleti, 699 yılında kurulmuş ve 924 yılından itibaren yaklaşık üç yüzyıl boyunca büyük bir başarıyla hüküm sürmüştür. Ancak, sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü başlamış ve bu dönemde halifelik makamı da zayıflamıştır.
Efendiler! İnhitat dönemi, her aşamasında Türkiye Devleti'nin sınırlarını biraz daha daraltmış, Türk milletinin maddi ve manevi güçlerini daha fazla zayıflatmış, devletin bağımsızlığını tehdit etmiş, toprak zenginliği, nüfus ve milletin onuru hızla yok olmuştur. Nihayetinde Osmanlı Devleti'nin 36. ve son padişahı Vahdettin döneminde Türk milleti, en derin kölelik noktasına sürüklenmek istenmiştir. Binlerce yıl boyunca bağımsızlık simgesi olan Türk milleti, bir tekme ile bu köleliğe itilmek istenmiştir... Ancak bu tekmeyi attıracak bir hain, bilinçsiz bir kişi gerekiyordu. Nasıl ki, idam edilmesi gerekenlerin bile işini yapmak için vicdanı ve insafı olmayan bir yaratık aranırsa, bu da aynı şekilde olmalıydı. O kim olabilir?
Türkiye devletinin bağımsızlığını sona erdiren, halkının hayatını, namusunu, şerefini yok eden, Türkiye'nin idam kararını kabul eden kim olabilir? Vahdettin, bu ihanetiyle sadece kendisinin hak ettiği bir muameleyi kabul etmiştir, başka bir şey yapmamıştır.
Vahdettin, bu hareketiyle kendisini öldürmüş ve temsil ettiği yönetim biçiminin son bulmasını zorunlu hale getirmiştir. Ancak, Efendiler, millet hiçbir zaman bu hain hareketin kurbanı olamazdı. Çünkü millet, yöneticisinin gerçek amacını kolayca anlayacak kapasiteye sahipti. Millet, tarihin ışığında, asırlardır yaşadığı felaketlerin nedenlerini hemen fark edebilecek duyarlılık ve kavrayıştaydı.
Millet, saltanat, güç ve zenginlik hırsı için kullanılan araçlar ve gücün, kendi kimliğini unutturacak noktaya geldiği gafletlerin sonucunu hemen fark edebilecek olgunlukta ve bilgelikteydi. Artık milletin, en doğru ve meşru hakkını kullanma zamanı gelmişti. Tarihteki Cengiz, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri'nin tecrübelerinden geçen Türk milleti, bu sefer kendi adı ve yetkisiyle bir devlet kurmuş ve tüm felaketlerin karşısında güçlü bir duruş sergileyerek kendi yolunu çizmiştir (şiddetli alkışlar). Millet, kaderini kendi ellerine almış ve milli egemenliği, tek bir şahıs değil, halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla Meclis'te temsil edilmesini sağlamıştır. İşte o Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin egemenlik makamı yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir ve bu makamın hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti denir. Bundan başka bir saltanat makamı ya da hükümet heyeti yoktur ve olamaz.
Hala halifelik unvanını taşımaya çalışan bir kişinin bu makamda ne yapacağı sorusu akla gelebilir. Efendiler! Abbâsî halifeliği döneminde Bağdat'ta ve sonrasında Mısır'da halifelik makamı, uzun yıllar boyunca saltanatla yan yana var olmuştu. Bugün de saltanat ve egemenlik makamlarının yan yana bulunması, en doğal haldir. Ancak fark şudur: Bağdat ve Mısır'da bu makamda bir şahıs bulunuyordu, Türkiye'de ise o makamda milletin kendisi bulunmaktadır. Halifelik makamında da Bağdat ve Mısır'dakilerin aksine, zayıf ya da sürgün bir şahıs değil, Türkiye Devleti'nin dayanağı olan güçlü bir kişi bulunacaktır.
Böylece Türkiye halkı, her geçen gün daha güçlü, daha mutlu ve daha refah içinde olacak, insanlık ve kimlik anlayışını derinleştirecek ve ihanet tehlikesine karşı kendisini koruyacaktır. Halifelik makamı da, tüm İslam dünyasının ruhunun ve vicdanının birleştiği bir yer olarak yüksek bir saygınlıkla varlığını sürdürecektir.
Efendiler! Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetinin, milletimiz ve ülkemiz için ne kadar güçlü ve faydalı olduğunu anlatmaya gerek duymuyorum. Üç yıl süren fiili deneyimler ve bu deneyimlerin olumlu sonuçları, gerekli kanaatleri sağlayacaktır. Gelecekte halifelik makamının, Türkiye Devleti ve tüm İslam dünyası için ne kadar faydalı olacağını da zaman gösterecektir (İnşallah sesleri).
Türk ve İslam – Türkiye Devleti, iki saadetin tecellisi olarak dünyanın en mutlu devleti olacaktır (İnşallah sesleri).
Bu konuşmamı sonlandırırken, tüm arkadaşlarımın bu meselenin esasına tamamen katıldığını ve büyük bir vicdani kanaatle birleştiğini görüyorum. Bu durum, milletimizin gerçekten takdir edilmesi gereken bir durumdur. Heyetinizin sonsuz takdirleri ve tebrikleri bu konuda haklıdır. Baştan detaylı bir şekilde açıklama yapılmıştı, şimdi bir veya iki açıklama daha var. Üçünün de içeriği, belirttiğim ana noktalarla aynıdır. Bu yüzden yapılacak şey, bu üçünü daha açık ve güzel bir şekilde belirlemek, heyetinizin onayını alarak bir an önce ilan etmek ve bu şekilde tüm düşmanlarımızın aleyhimizde aldığı önlemleri engellemektir (şiddetli alkışlar).
ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ
I-III
Sayfa: 153-158
ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU
ATATÜRK ARAşTIRMA MERKEZİ
ISBN 975-16-0163-0
BASKI: DİVAN YAYINCILIK LTD.ŞKT.