Piyasalar

İngilizce öğretimden beter türkçe öğretim!

Punto:
Dilimiz bizim sadece konuştuğumuz değil, aynı zamanda düşündüğümüz, yazdığımız ortak hazinemiz. Konuşma dili, haberleşme dili, edebiyat dili, düşünce dili, ilim dili… dilimizin farklı kelime haznelerinden besleniyor. Fakat ortak bir söz varlığımız var ve bu söz varlığını kullanırken dikkatli olmak, kurallara ve türkçenin estetiğine, âhengine uymak zorundayız. Kuralları sadece imla-yazım kaideleri olarak görmemek lazımdır. “Yazım”, işin şekil tarafıdır. Türkçenin tabiî seyrinden çıkarılarak başıboşluğa varacak bir şekilde yapılandırılmaya çalışılması günümüzde dilimizin en önemli meselesi. Günlük dilde bu çok fazla hissedilmiyor. Edebiyat, fikir ve ilim alanında tabiî dilden uzaklaşma temayülü gittikçe daha fazla dikkat çekici hâle geliyor. Bugün herhangi bir akademik dergiyi meraklı okuyucu kitlesinin takip etmesi, her şeyden önce “dil meselesi” hâline gelmiştir. Akademi kaynaklı olduğu havası verilen sentetik dili bilmeden bu metinleri anlamak mümkün değildir. Dil hepimizin, hassasiyet göstermek de hepimizin meselesi, hatta sorumluluğu. Elbette günlük dille edebî dil, fikir dili, ilim dili aynı olmaz. Fakat bütün bu alanlara geçiş sağlayacak bir şekilde konuşmamız ve yazmamız gerekiyor. Türkçenin bugün iki önemli meselesi var. Birincisi, çoğu sözlüklere girmemiş, bazıları tek kullanımlık, uydurma kelimeler. Bazıları masa başında kendi kafalarına göre kelime uydurmayı ve kullanmayı yetki alanlarında görüyorlar. Halbuki dilin niteliklerinden birisi, tarihî olmasıdır. Bugüne mahsus bir dil söz konusu olamaz. İkincisi, batı dillerinden -türkçe karşılıkları varken- hassasiyet göstermeden, gerekli gereksiz aktarılan kelimeler. İki hususta da aşırılıktan kaçınmamız, anlaşılırlığı, bilinirliği esas almamız gerekiyor. Akademik yayınlarda neredeyse “kimsenin anlamasına gerek yok”, “bu bize mahsus bir dil”, denilebilecek bir tutum hızla yaygınlaşıyor. Son yılların akademik yayınlarında en önemli meselelerden biri de -sel, -sal (-el, -al, -l) eklerinin yerli yersiz kullanılması. Bu eklerin türkçeliği tartışmalıyken, esasen türkçe olmadığı kesinken, bugün neredeyse dilimizi bütünüyle istila etmiş görünüyor. İş o noktaya geldi ki, etik-sel, estetik-sel, taktik-sel, gen-sel, stratejik-sel diyenler bile var! Her kelimeye -sal, -sel eklenebiliyor. Sıfatmış, fiilmiş, isimmiş fark etmiyor! Ev’den nedense ev-sel yapılıyor, “evsel atık” diye bir ucube uyduruluyor. Düpedüz çöp! Kent-sel dönüşüm böyle, kır-sal kesim böyle. Yargı-sal süreç keza. Böylece dilimizde sıfat tamlaması, isim tamlaması diye bir şeyler olduğunu unutuyoruz. “Ev atığı” diyecekken, evsel atık demek ne demek? Kır kesimi Türkçe, “kırsal kesim” nece, belli değil! “Yargısal süreç”in Türkçesi, yargı süreci! Ayrıca, bir cümlede birden fazla kelimede -sel -sal eklerinin kullanılması, ifadenin âhengini bozuyor, kakofoniye (tenafüre) yol açıyor. Bu eklerin mümkün olduğu kadar az kullanılması, ancak yerleşik olanlarına galat olarak yer verilmesi, sıfat ve isim tamlaması yerine kullanılanlarından tamamen vazgeçilmesi dilimize saygının bir gereği. Şu -sel -sal takılarının köken olarak Türkçe olmayan kelimelere eklenmesi de yine ciddi bir dil meselesi. Akıl-sal, ahlak-sal, âlet-sel, devlet-sel, hukuk-sal, mal-sal, para-sal, rakam-sal, tarih-sel, zafer-sel, zaman-sal… Coğrafya-sal olmuyor, o zaman coğrafik! Felsefe-sel de yakışmıyor, o da oldu felsefik! Daha önce işin önü alınamayınca, şöyle bir prensip getirilmişti: “Ancak türkçe köklere -sel -sal eklenecek!” Buna da fazla uyan yok. Askersel, bedensel, cebirsel, cinsel, destansal, erosal, mavisel, sinemasal… Bir inceleme yazısı okuyorsunuz, kısa bir cümlede üç beş -sel’li -sal’lı, mahiyeti meçhul kelime! Bir yazının “akademik”liği sanki bu -sel ve -sal'larla sağlanıyor. Türkçede aynı işi görecek ekler, takılar var: -lı, -li, (gelenek-sel/gelenek-li), -lık, -lik (belge-sel/belge-lik, mevsim-sel/mevsim-lik) gibi. Bunlar kullanılarak sürekli -sel’li -sal’lı kelimelerle bir yazıyı doldurmak zevksizliğinden kurtulmak mümkündür. Türkiye’de kültürle edebiyatın, ilimle edebiyatın bağı kesilmiştir. Üniversiteler ilme ruh veren, hayatiyet katan edebiyatı adeta dışlamışlardır. Edebiyatsız bir kültür ruhunu, kitleleri kavrayacak hareketliliğini kaybetmiş demektir. Türkçe hassasiyeti, akademinin ilgisi ve çabası olmaksızın yayılamaz. İlim terimlerle yapılır. Türkiye’de pozitif ilimlerde latince terimler esas alındığı için terim birliği konusu ciddi bir mesele teşkil etmemektedir. Tıp fizik, kimya, biyoloji, veterinerlik ve mühendislik latince terminoloji ile işlerini yürütmektedir. Sosyal ilimlerde ise doğrudan latinceye geçilememiştir. Fakat dildeki istikrarsızlık bu yöne bir gidişin işaretlerini vermektedir. “Arıdil” olarak nitelenen sentetik kelimelerin düşünce ifade etmedeki yetersizliği uygulama ile anlaşıldıkça, sosyal ilimlerde de latince kaynaklı kelimelerin kullanılması yaygınlaşacaktır. Çoğu türkçenin kaidelerine ve zevkine, âhengine uymayan bu kelimelerin yerine zamanla ingilizce veya fransızca üzerinde geçen latince kelimeler tercih edilecektir. Yûnus Emre’nin zihin dünyamızda türkçe ile birlikte anılması, hatırlanması bilhassa dikkat çekici. Başka hiçbir şair ve yazar için böyle bir ilk çağrışım sözkonusu olmaz. Yûnus Emre bize türkçeyi hatırlatıyor; türkçe sözkonusu olduğunda da elbette Yûnus Emre ilk hatıra gelenlerdendir. Bu yüzden Devlet, kültürümüzü tanıtmak ve yurt dışında türkçe öğretilmesini kurumlaştırmak için 2009’da Yunus Emre Vakfı’na vücut verdi. Dünyanın altmışa yakın ülkesinde Yûnus Emre Kültür Merkezleri açıldı. Bütün dünyaya sadece dilimiz değil, kültürümüz de Yûnus Emre ile yayılıyor. Geçenlerde türkçe üzerine laf kalabalığı yapan, kaideleri, kuralları üzerine konuşan birinin sözünü kesip, “Yûnus hayatında hiç türkçe dersi görmedi, türkçenin gramer kaideleri hakkında bir şey okumadı” dedim. Bilinen ilk gramer Bergamalı Kadri’ye ait, 16. Asrın ortaları…Onun dışında Mısır’da yazılmış gramer kitapları var, Araplara türkçe öğretmek için. 19. yüzyılın ortalarına kadar en büyük şairlerimiz, yazarlarımız türkçe gramer öğretimi görmeden en güzel türkçe cümleler kurdular. Unutulamaya terk ettiğimiz divan edebiyatında türkçe gramer hatası bulamazsınız. Bunu bize geçen sene kaybettiğimiz Walter Andrews hatırlattı. Divan şiirinin gramer olarak sağlam bir türkçe konuştuğuna onun dikkati ile inandık. Gelelim günümüze…Çocuklarımız okula ayağını atıyor, dilbilgisi ile karşılaşıyor. Türkçe dersleri üniversiteyi bitirene kadar devam ediyor. Üniversite mezunu bir genç, gerektiğinde birkaç sağlam türkçe cümle kuramıyor! Neden? “Dil devrimi” bir devlet yalanı. Bu kavram da yakın dönemin meşhur filozoflarından Jacques Derrida’nın. Derrida, “tarihi yaşamış olanların gözünün içine bakarak tarihi yeniden yazmak”tan söz ediyor. “Kurgu artık gerçeklikle ilişki kurmuyor, gerçekliğin yerini alıyor.”diyor. Derrida’nın felsefesi malum. Fakat onun türkçeleşmesinde ulema ihtilaf halinde: “Yapısöküm” mü diyelim, “yapıbozum” mu, yoksa “yapıçözüm” mü? Daha Edirne’den Ardahan’a bir terim birliği meydana getirememediğimiz böylece bir daha kafamıza dank ediyor! Peki ne yapıyoruz? Övündüğümüz Türkçeyi bir kenara bırakıp yabancı dille öğretime koşuyoruz. Bunun istiklâl iddia eden bir ülkede olması üzerinde durmuyoruz. Fakat şu sıralar üniversitelerde ingilizce öğretimden beş beteri türkçe öğretim! Daha doğrusu türkçe olduğu iddia edilen öğretim. İşte “türkçe öğretim”den bazı tez başlıkları: “Rat testisinde tunikamisin ile oluşturulan endoplazmik retikulum stresine karşı melatonin kullanımının etkisi.” “Fruktozla beslenen ratlarda tsevia rebaudiana’nın serum irisin ve glukagon benzeri peptid 1 (gip 1) düzeyleri üzerine etkileri.” “Okratoksin a toksikasyonunda folik asit ve ellajik asidin etkilerinin arıştırılması.” * “Türkçe Sözlük’teki Olgusal ve Devinimsel Sıfatların Dökümü.” “Motor Afaziklerin Sağaltımında Dilbilimsel Bir Yöntem Denemesi.” “Eylem Çatıları ve Çatı Eklerinin Türetimselliği.”