Abdulnasir KIMIŞOĞLU
Punto:
Dinle
“el-hikmeti meğafetullah” buyurur sevgili peygamber efendimiz:“Hikmetin başı Allah korkusudur.”
Hikmet, yaratıcının akıl, bilgi, erdem ve şuurla bilmemizi / anlamamızı / kavramamızı istediği eşya üzerindeki sırlarıdır. Allah ile kâinat, kâinat ile insan arasında bilinmeyi ve anlaşılmayı bekleyen sırların tamamıdır da diyebiliriz. Bu sırlarının cevabını bulmada bizlere ipucu veren ilimlerin başında muhakkak ki felsefe gelmektedir.
Felsefe, hakikatin araştırılmasında ve ortaya çıkarılmasında en fazla mesai harcayan ve bu uğurda da en fazla taşlanan bir ilimdir. Kimi çevreler öcü gibi baksa da, ekseriyetle ilim ehlinin iltifatına mazhar olabilmiştir. İltifat edenler şüphesiz ki felsefe gibi bir kalenin burçlarında, hikmet ve hakikat sancaklarının dalgalanmasına sebep olanların ta kendileridir.
Felsefe, tahayyülden tefekküre, tefekkürden fiiliyata geçişte insan için adeta bir gıda ve oksijendir. Hikmetin anlaşılmasında kendisini seferber eden umdedir.
Ve imam, hakikatin ve hikmetin anlaşılmasında ve anlatılmasında vazifeli olanlardandır. Gönülleri, zihinleri ve fikirleri hikmet ve hakikat membaından besleyip de gerçek manada ihya ve inşa edebildikleri zaman “hikmetin başı Allah korkusu” olan hadisi şerifi şerh edebilmişlerdir. Hikmet burçlarında hakikatin sancağını dalgalandırabilmişlerdir.
İmamlar, camii merkezli bir görevde bulunmaları hasebiyle muhatapları ne o ne bu, aksine tüm insanlardır. İnanan inanmayan kim varsa imamın muhatabıdır. İmamın, camii içerisinde görevi, camii dışında da hizmeti başlar. İmam ezan okuma ve namaz kıldırma memuru asla değildir. Bu bağlamda merhum Nureddin TOPÇU üstadın çok güzel bir sözü vardır der ki: “Namaz kıldırmak din görevlisinin en son ki vazifesidir.” Çünkü imam, gönüllere dokunabildiği kadar cemaat toplayabilir. Okuduğu ezanın ne gibi bir çağrı olduğunu bildiği kadar gönüllerin kapı tokmağına uzanabilir.
Böyle bir müessesede gönülleri ihya ve inşa noktasında baş mimar konumunda olan imamlar, muhatap kitlesini de göz önünde bulundurarak görevlerinin ve hizmetlerinin ne kadar ciddiyet ve rikkat gerektirdiğini bilmelidirler. En azından bunun şuurunda olmalıdırlar.
İmam, camii müessesesi içerisinde görevi icabı dört kutlu şubeyle kader arkadaşlığı yapar. Bunlar; mihrap, minber, kürsü ve şerefedir. Bu dört kader arkadaşı, imamın gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve tutan eli olurlar. Çünkü bu dört kader arkadaşına önderlik yapan imam, kurmuş olduğu bu ekiple medeniyetimizin ihya ve imarında da neslimize adeta bir muştu olabilme şansına sahiptir.
İmam, ilmi siyaseti ve muhatabına göre söz söylemeyi şiar edinmelidir. Nabza göre şerbet ikramında bulunmalıdır. İnsanların çeşitli nedenlerden dolayı din ve inanç algısı farklı olabilir. İşte bunu göz ardı etmeyen imam, muhatabına faydalı olabilecek imamdır. Karşısındakini anlayabildiği kadar ona bilgi aktarabilir. Sorununu ortadan kaldırabilir. Camii kürsüsünde ve minberinde ne konuşacağını ve ne konuşması gerektiğini bilen imam, nasıl
konuşması gerektiğinin de bilincindedir.
Yaygın bir eğitim ve öğretim sistemine uyarlı olan camii müessesesi, insanımızın hikmet arayıcılığı yolculuğunda kendisine en yakın gördüğü bir ahbap ve arkadaştır. Fakat hakikat ve hikmetin ilimde, bilgide, teknolojide, erdem ve felsefede olduğunu bilen imamlar varsa bu mümkündür.
Çünkü imam, gönülleri huzura erdiren, zihinleri durultan, fikirleri ferasetli kılandır. Ne cennet satıcısı ne de cehennem korkutucusudur. Bu ikisinin de varlık sebeplerini izah ederek vasat ümmet olmayı vaaz edendir. Hukukîayetlerle cemiyet hayatımıza, Ahlâkî ayetlerle de ferdin yetişmesine gayret eden bilgili ve yetişkin insandır.
İmam, tarih ve tarih şuurunun milli hafızamız olduğunu bilen insandır. Tarihi kahramanların yapmış olduğu civanmertlikler medeniyetimizin inşasında şeref levhalarımızın nişaneleridir.
İmam, sanat ve estetik önderlerinin sanat çalışmalarına da aşinalığı olandır. Çünkü İslamiyet’in de dünya görüşüne göre bir sanat anlayışı vardır. Bunun bilincinde olan imam, estetik ruhla maddeye ve hitabına mana ve güzellik katmalıdır.
İmam, kültür dünyamız içerisinde edebiyat üstatlarının mürekkep izlerinde, yazarlarının nazarında ve şairlerinin şiarında ediplik yapan bir hatiptir. İmam, dil ve edebiyata vakıf olması durumunda sözü tekâmül kılıp kelam edebilen insandır.
İmam, kelam ve kalem ehli olan ağzı dualı manevi şahsiyetlerimizin de rahle-i tedrisinde erdemli yetişen, usul ve üslup bilen nezaketli insandır.
Bütün bunları genel manada değerlendirecek olursak, olması gereken bir imam portresi çizmiş oluruz. Lakin imamlarımızın kaçta kaçı bu seviyededir işte burası tartışılır. Ülkemizde binlerce imam ve yine binlerce camii olmasına rağmen cemiyet hayatımızın dini bakımdan zayıf, İslami yaşantı bakımından da bulanık olduğu her cihetten görülmektedir. Bunun belli başlı nedenleri vardır lakin bizi ilgilendiren kısmı imamlarımızın mesleki yeterlilik durumları ve görevli oldukları camii merkezli dini temsil noktasında ki eksiklikleridir.
İmamlarımız, dini farklı yorumlamalara karşı alternatif sunabilecek bir fikri alt yapıya sahipler midir? Bu soru hem diyanetin hem de imamlarımızın düşünmesi ve bunu dert edinmesi gereken bir sualdir. Elbette ki tartışılabilir ama genel manada diyebiliriz ki bu fikri alt yapı zayıf durumdadır. Çünkü zaman, karşılaşılan sorunların daha çok pedagojik ve felsefebilimleri ile cevaplandırma zamanıdır. Mesela günümüzde psikoloji, sosyoloji ve felsefe gibi bilimlerin ferdin sorunlarını çözmede daha çok faydalı olduğu ve olacağı aşikârdır. Çünkü günümüz insanının bu alana meyli daha fazladır. Muhatabımız, ayet ve hadislerin tefsir ve şerhini bu ilimlerin sayfaları arasında bulmaya ve anlamaya çalışmaktadır. Elbette ki istisnalar vardır lakin cemiyet hayatımızın bu ilimlere yönelişi de ister istemez imamlarımızı felsefe bilmeye teşvik etmektedir, etmelidir.
Günümüzde deist ve ateistliğin yaygınlaşması göz ardı edilemeyecek kadar elzemdir. Buna, dini anlatmada ve açıklamada yapılan hatalar da neden olmaktadır. Müslümanların İslamiyet’i temsil noktasında da sıkıntılar ve eksiklikler vardır fakat konumuz itibariyle özellikle dikkat çekmek istediğimiz, imamlarımızın (din görevlilerimizin) dini irşat ve tebliğde yapılan usul ve üslupta zayıf kalmalarıdır.
Özellikle günümüzde kürsüler, masal, hikâye, safsata anlatılacak yerler değildir. Salya sümük ağlamalar, bağırmalar, feveran koparmalar vb gibi misaller, kürsüleri işgal etmekle kalmayıp, dini de tahrif ve tahrip etmektedir. Kürsülerimizi bu işgalden kurtarmak gerekir.
Camii, medeniyet inşa eden merkezdir. Gönülleri ihya eden membaıdır. İslamiyet’i irşat ve tebliğde en güzel mekânlardır. Yediden yetmişe tüm insanlığa hitap edebilecek bir kudrettedir. Bu tür güzelliklere vesile olan böyle bir müessese “ham ve kaba softaların” elinden ve işgalinden kurtarılıp; ilim, irfan ve hikmetle yoğrulmuş dili yapıcı, nazarı merhametli, üslubu sevdirici, usulü de nezaketli olan imamlarımızın ve vaizlerimizin emanetine bırakılmalıdır.
Kürsüyü / mihrabı / minberi nebevi ahlakla dolduran vaizlerimiz / imamlarımız olduğu kadar; bu üç makamı nefsani hisle de işgal edenler azımsanmayacak kadar fazladır. Sözümüz ve bu yazıdan maksadımız bu makamları işgal edenlere bir ihtarda bulunmaktır.
Eğer ki insanımız, dini anlayış bakımından deist ve ateistliğe; ahlaki bakımdan da çöküntüye uğruyorsa ve bu gidiş de günden güne hızlanmaktaysa özellikle imamlarımız bunu dikkate almalı ve çözüm üretmeleri gerekmektedir.
İşte o çözüm: İlim, irfan ve hikmetin harmanlanıp, sinelere muştu olabilecek sözün mütekâmil hale dönüştüğü rahle-i tedristir. O rahle ki felsefenin yani hikmetin / erdemin / faziletin ta kendisidir.
Abdulnasir KIMIŞOĞLU