Bir ay içinde döviz fiyatlarında yüzde 15 artış oldu. Bu, vatandaşın bu oranda fakirleşmesi, Türkiye’nin borçlarının TL karşılığının yüzde 15 artması demek.
Yükseliş hala da sürüyor. Nerede duracağı belli değil. Çünkü istikrarlı bir ekonomi yönetimi yok.
Baskıcı yönetimlerin iş başında olduğu ülkelerde iktidarlar hiçbir başarısızlığı sahiplenmezler. Komplo teorileri ve yalan propaganda ile vatandaşın tepkilerini savuşturmaya çalışırlar.
Ekonomik bir kriz varsa bunun sorumlusu asla iktidar değildir. Uluslararası komplolar, faiz lobileri, üst akıl diye ifade edilen muhatabı belirsiz adresler suçlanır. Kimse bu lobilerin kimlerden oluştuğunu, üst aklın kim olduğunu bilmez. Zaten bilmesi de önemli değildir, önemli olan sorumluluğun başkasına ait olduğuna toplumun ikna edilmesidir.
Suçu başkalarına yıkmak ekonomik krizin faturasını her geçen gün artırır. Üstelik bu yaklaşım hataları telafi etmeye imkan vermez. Çünkü suçu başkalarında arayınca kendinizi düzeltmeye, politikalarınızı gözden geçirmeye gerek kalmaz. Halbuki, bir hareketi büyüten eleştiri değil, özeleştiridir. Yanlışları düzeltmenin ilk adımı, nerede hata yaptık diyerek kendi kendimizi hesaba çekmektir.
Bugün böyle bir yönetim anlayışının çok uzağındayız.
Uzun süreli iktidarlarda, ülkeyi yönetenler iki şey biriktirir, birincisi kibir, ikincisi servettir. Kibir, gerçekleri görmeyi, nefis muhasebesi yapmayı engeller, hiç gitmeyecekmiş gibi hareket etmelerine neden olur. Servet, yemleyerek bir taraftar kitlesi oluşturmaya vesile olsa da uzun vadede suç ortaklığına dönüşür. Bu tip yönetimlerde iktidarda kalmak artık bir hayat-memat meselesi haline gelir. Gücü kaybetmek her şeyi kaybetmektir çünkü.
AKP yirmi yıldır iktidarda olan bir parti. Hiçbir iktidarın her yaptığına kötü denilemez. AKP iktidarının da yaptığı iyi işler oldu. Özellikle 2010 yılına kadar yapılanlar toplumun çoğunluğu tarafından ya destek gören yahut en azından sükutla karşılanan şeylerdi. 2010 referandumu bir milat oldu, vatandaş daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha çok adalet, daha çok ahlak için sandığa gitti. Seçilmişleri vesayetten kurtarmak için oy kullandı. Ama daha iyi bir yönetim beklerken, yönetim giderek şahsileşti, toplumsal ihtiyaçlara ayarlı siyasetin yerini bir kişinin nefsine odaklı siyasetler aldı. O tarihten sonra da Türkiye her gün biraz daha geri gitti. Bugün geldiğimiz nokta denizin bittiği, iktidarın bütün unsurları ile iflas ettiği noktadır.
Dünyanın hiçbir yerinde Cumhurbaşkanları imar işleri ile ilgilenmezler. Hangi araziye ne yapılacağına, kaç kat yükselti verileceğine, emsalinin ne olacağına belediyeler veya Çevre Şehircilik Bakanlıkları karar verir. Çünkü Cumhurbaşkanları müteahhit değildir. Onların işi ülkeyi yönetmek, adaleti sağlamak, toplumun iş ve aş ihtiyacını karşılayacak planlar yapmak, doğru politikalar üretmektir. Bizde tam tersi söz konusu. Bir Cumhurbaşkanı imar işleri ile niye ilgilenir? Bunun makama yönelik şüpheleri tevlit edeceğini, güven sarsıcı sonuçlar doğuracağını bilmez mi?
CB sistemi ile demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan –kurumlar rejiminden- tek adam rejimine geçilmiştir. Kurumsal aklın yerini tek aklın aldığı, ortak aklın terkedildiği yerler işte böyle krizlerle karşı karşıya kalır.
Kimsenin düşmanı değiliz, amacımız ülkenin iyi yönetilmesi, adaletin sağlanması, kimsenin aç ve açıkta kalmamasıdır. Hangi partiye, hangi meşrep ve mezhebe mensup olursa olsun bu ülkenin tüm vatandaşları kardeştir. Çok kavga ettik, hep zarar ettik. Yeni kavgalar hepimizin felaketi olur. İktidar ona buna saldıracağına, her eleştiride düşman arayacağına nerede hata yaptık diye kendini sığaya çekmelidir. Böylesi kendisi için de, millet için de daha hayırlı olur