Punto:
Dinle
İnsanoğlu her zaman için güçlü ve büyük olanı sevmiş, onun peşinde olmuştur. Tarihte örnekleriyle gördüğümüz üzere savaşlar gücü elinde toplamak isteyenler kişilerce çıkarılmış ve toplumlar da gücün sahiplerine boyun eğmişlerdir. İlginçtir ki gücü temsil ettiğine inanılan kişiler veya ideolojiler için ölümü göze kitleler hep olagelmiştir. Eskilerin dünyasında gücü askerlik, zorbalık ve kaba kuvvet temsil etmekteydi. Asker sayısının veya sahip olduğun çocukların sayısının çokluğu övünmek için temel unsurlardı.
Günümüz dünyasında ise gücü para ve sermaye sahipleri temsil etmektedir. Kapitalizm olarak tanımlanan bu düzende sermaye sahipleri öndedir, önceliklidir, yöneticidir.
Basit bir işyeri açarken dahi az da olsa para gerektiği, işletmecilik kuralıdır. Eskilerin kara gün akçesi dedikleri bir meblağı işletmenin sabit giderleri adına her zaman için elinin altında muhafaza etmek işletmecilik yapmak isteyen kişilerin unutmaması gereken ilk kuraldır. Ayakta kalmak için güçlü olmalısın, güçlü olmak için de paran olmalıdır.
Bankalarda yüksek meblağlarda para transferi yapan kişilere öncelik verildiği, onların işlerinin 2. katlarda özel köşelerde ve odalarda görüldüğü bilinen bir gerçektir. Bankalar zaten kapitalist sistemin mabetleri hükmündedir. Bankalar olmasa kapitalizm toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet edemez, halkı ve kitleleri yönetemezdi.
Siyaset yapmak isteyen kişiler genelde gücü seven, kitleleri yönetmekten hoşlanan ve bunu becerebilen kişilerdir. Bu siyasetin mayasında var olan bir olgudur. Günümüzde ise siyaset için yeni bir durum daha vardır ki, milletvekili veya belediye başkanı olmak için sermaye sahibi olmak gerektiğidir. Herhangi bir partiden adaylık başvurusu için bile ücret alınmaktadır. Seçim ve tanıtım çalışmalarındaki tüm harcamaların karşılanması ise ayrıca yüklü bir miktar sermaye gerektiğini gösteren başka bir gerçektir.
Bu konu ile ilgili bir başka örnek ise bizler yani sıradan vatandaşın davranışlarıyla ilgili gerçeklerdir.
Bizler alışverişlerimizde çoğu kez büyük marketleri tercih ederiz. Neden? Güvenilir, aldatmaz ve fiyat istikrarı vardır gibi bahanelerle büyük ve zincir mağazalara öncelik veririz. Hatta bu düşüncelerle küçük bakkal dükkanlarını veya küçük yerel marketleri bile boş veririz. Daha ucuz olduğu düşüncesiyle zincir marketleri tercih ederken evimizin altında bulunan bakkal dükkanını es geçeriz. Halbuki, şu an ayan beyan bellidir ki, zincir mağazalar veya marketler birkaç kalem ürünü ucuz verirken, diğerlerini yüksek fiyata satabilmektedirler. Herhangi bir mobilya, beyaz eşya veya otomobil alacaksak bile markalaşmış olan ve hatta yaygın servis ağı bulunanlarını (yine güçlü olandır, yani) tercih ederiz.
Bir başka ilginç nokta da, zincir mağazalarda ödeme yaparken kasada beklemeyi yadırgamazken, bakkal dükkanında parayı verip hemen kaçmayı düşünmekte olmamızdır. Neden? Bakkal dükkanını hor gördüğümüz için olabilir mi? Zincir mağazada yönetime söz geçiremeyeceğimizi bildiğimiz için olabilir mi? Zincir mağazada sıra vardır, insan haklarıdır, toplumsal saygıdır diye geçiştirmenin konuyu saptırmaktan başka faydası yoktur. Çünkü aynı saygısızlığı fırsatını bulduğumuzda büyük marketlerde de yapmaktayız. Neden? Çünkü fırsatını bulmak demek, gücü elde ettiğimize inanmak veya gücü ele geçirme ve kullanma şansımızı denemek demektir.
İnsanoğlunun güce ve güçlüye karşı olan zaafını bilen ve kullanmak isteyen firmalar, işletmeler de markalaşmakta ve büyük olmaya çaba sarf etmektedirler. Yeterince büyük olmasa bile kendini büyük göstermek ve gücü elinde tuttuğunu hissettirmek reklamcılık ve tanıtım sektörünün temel argümanıdır.
Son 60-70 yıldır az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerin (ki bu ülkelerin çoğunluğu müslümandır) vatandaşları batılı ülkelere göç etmek için ölümü bile göze almaktadırlar. Neden? Çünkü, batı gelişmiştir, ileridir, güçlüdür. Vatandaşlarına rahat ve huzurlu bir hayat vaat etmektedir. Çocukların geleceği adına umut bahşetmektedir. Müslüman ülke vatandaşı olan birinin gavur(!) memleketine gitmek için can atması ilginç ve incelenmesi gereken bir başka sosyolojik olgudur.
Peki gitmek için her şeyi göze aldıktan sonra yaşananlar. Gerçekten oraya gitmekle sorunlar çözülmüş müdür? Gittikten sonra hissedilenler, beklentiler ve karşılaşılan durum. Bir bireyin memleket kokusuna hasret yaşamasının ne demek olduğunu gidenlere sormak lazımdır. Zira, bizim alamancı diye tabir ettiğimiz niceleri yaşadıkları uzun gurbet hayatının sonunda ülkelerine geri dönmek için gün saymaktadırlar. Belki 2. ve 3. nesil oraya alışmış olmanın da verdiği duygu ve düşüncelerle Türkiye’ye dönmeyi düşünmezlerken, ilk gidenlerin gözlerinde tütmektedir, memleket havası...
Ama tüm bunlara rağmen bir batı ülkesinde yaşamak için pek çok şeye katlanmaya değer. Çünkü, batı güçlüdür ve size de güven verir. Size de kendi memleketinizde “ben Amerika’da iken” diye başlayan cümleler kurma veya “biz Almanya’da şöyle yapıyorduk” deme hakkı verir. Böylece olmayan bir gücünüz ile gövde gösterisi yapmış olma şansını yakalarsınız.
İnsanın içinde olduğu bu duygu doğuştan mı gelmektedir, yani yaratılış gereği midir? Yoksa sonradan mı kazanılmıştır? Bu çok ciddi ve araştırılması gereken apayrı bir sahadır. Ama bildiğimiz bir şey var ki kutsal kitaplarda geçen bir kıssa bu konuda küçük bir ipucu verebilir.
Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üzere şeytan Adem’i (as) kandırırken yasak olan ağacın meyvesini yersen ebedi ölümsüzlüğe kavuşacak ve melekleşeceksin demişti. Halbuki, Adem (as) halihazırda meleklerden üstündü zaten ama daha ötesini elde etmenin ne zararı olabilirdi ki? Doğrusunu Allah bilir ama insanoğlunun mayasında var edilmiş olan güce ulaşma ve sahip olma isteği belki de dünyanın basit ama en temel etken unsurudur.
Özetle güç insanoğlunun dünyada bulunduğu ilk anlardan itibaren hedef gördüğü ve elde etmek istediği leylasıdır.