Piyasalar

Göç, mülteci/ler ve tarihsel kaynakları

Punto:

Sevgili Tosyalılar, Geçtiğimiz hafta sizlerle “bilgi kirliliği” ve “medya okur yazarlığı” üzerine konuşmuştuk. Bugün de bu bakış açısıyla ülkemizin göç, mülteciler ve tarihsel kaynaklarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Gelin önce son günlerde gündemimizi meşgul eden, canımızı sıkan ve bizi ziyadesiyle üzen “mülteci” kelimesinin veya kavramının içine bir bakalım.

Herkesin kolaylıkla ulaşabileceği internet kaynağı wikipedia bu kelime/kavramı şöyle izah ediyor:
Mülteci veya sığınmacı; dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişi.
Birleşmiş Milletler ise “mülteci”yi; “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi” olarak tarif ediyor. Her iki tanımlamada ortak noktalar insanlar arasında ırk, din, milliyet gibi farklılıkların gözetilmemesi. Siyasi görüşleri yüzünden can güvenliğinin kalmaması nedeniyle doğup büyüdükleri ülkelerini terk etmeleri. Ayrıca akademik çalışmalar da bu tanımlar üzerinde yoğunlaşıyorlar ve hatta “sığınmacı” kavramını da bu kapsamda değerlendiriyorlar. Bir de “sığınma talep edenler” var ki onları da ayrı grupta değerlendirmek gerekiyor.
Tarih boyunca atalarımız kendilerine sığınan hiçbir halkı geri çevirmemiştir. Tarih kitaplarımızda bunun örneklerini görmeniz mümkün. Anadolu’nun Türkleşmesinden sonra özellikle geride kalmış kardeşlerimiz canları tehlikeye düştüğünde bakışlarını Anadolu’ya çevirmiştir.
Şimdi şöyle bir bakalım kimler “mülteci” veya “sığınmacı” olarak Anadolu’ya gelmişler. Mesela Osmanlı Devleti olarak güç kaybetmeye başlayıp tebaası tehlikeye düştüğünde Balkanlardan gelenler. Bosna’dan, Makedonya’dan, Arnavutluk’tan, Selanik’ten—Batı Trakya—Bulgaristan’dan göç edenler. 1989’a kadar dönem dönem devam eden bu göçlerle binlerce soydaşımız Anadolu’ya gelmiş ve yerleşmişlerdir. Hiçbir “göç”ün veya “ev”i terk etmenin kolay olmadığını hepimiz biliyoruz. Kimler var biliyor musunuz bu gelenler içinde?
Üsküp doğumlu (2 Aralık 1884) şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomat Yahya Kemal Beyatlı. Uzun yıllar Paris’te yaşayan ve orada geçirdiği dokuz yılda tarihe özellikle de Türk tarihine bakışı, klasik Türk edebiyatına bakışı ve şairliği gelişen Yahya Kemal 1913’te İstanbul’a yerleşir ve 1958’de vefatına kadar burada yaşar ve Türk edebiyatına damgasını vurur.
Millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy her ne kadar İstanbul doğumlu olsa da (20 Aralık 1873) annesi Buhara’dan—Özbekistan—Anadolu’ya göç etmiş bir ailenin kızı. Anne Emine Şerif’in eşi ve Âkif’in babası Tahir Efendi de Arnavut kökenli ve Kosova’nın İpek şehrinde doğmuş bir din adamıdır.
Kısaca Mevlânâ olarak bildiğimiz şair ve tasavvuf ehli Muhammed Celâleddîn-i Rumi de dönemin İslam kültür merkezlerinden Horasan’ın Belh şehrinde -bugün Afganistan olarak bildiğimiz, aslında Güney Türkistan sınırları içinde- 1207’de dünyaya gelmiş, daha sonra Anadolu’ya göç ederek Konya’ya yerleşmiştir. Burada Seyyid Burhaneddin’in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir. 1273 yılında vefat eden Mevlana’nın kabri Konya’da ziyaretçilerin uğrak yerlerindendir.
Hazır Güney Türkistan’dan söz açmışken rahmetli Ergeş Uçkun’dan söz etmeden geçemeyiz. Arslan Küçükyıldız, hayatını Turan için harcamış bir şahsiyet olarak isabetle
“Turan Şairi” diye tanımlıyor onu. Onun bir şiirinden tanıtmak gerekirse “Kışlağı Horasan, menzili Bakû, yaylası Almatı, sevgilisi Ankara, aşkı Aşkabat, gönlü Taşkent ve Semerkand olan koca şâir” diyebiliyoruz. Bu tanımlamalar onun iç dünyasının zenginliğini bize gösteriyor. Bu koca şairin, bu Hacı Ergeş Uçkun’un hayat hikayesi hepinizin ilgisini çekecektir. Rahmetli bana bizzat anlatmış, zamanın Afgan -dikkat edin Türk demiyorum- hükümetinin Türk asıllı Türkmen ve Özbek kardeşlerimize karşı yok etme siyaseti başlamıştı. O bu ayrımcılığa karşı çıkmış ve özellikle de genç Türk kızlarının okula gitmesi konusunda önemli çalışmalar yapmıştı. Şöyle bir düşünün bakalım bugün Afganistan dediğimiz coğrafyayı kim yönetiyor. Daha düne kadar “İslami terör örgütü” olarak bütün dünyanın tepkisini çekmiş olan bir “zihniyet” yönetiyor. Kız çocuklarını bırakın okula gitmesini sokağa çıkması bile yasak. İşte o zaman da böyleydi. Ergeş Uçkun için kaçıp kurtulmak ve sığınacak bir yer bulmak zaruret olmuştu. Bugünkünden hiç de farklı olmayan Afgan hükümetince, ölü ya da diri olarak yakalanması için ödül konuldu. Bunun üzerine önce Pakistan, oradan da İran’a kaçtı. 1957’de “Ay yıldızıma kavuştum” dediği Türkiye’ye sığındı.
Şimdi soruyorum sizlere; bu çok kıymetli insanlar “mülteci” olarak Anadolu’ya sığınmasalardı ne olurdu acaba? Düşünmek bile istemiyorum. Size iki kitap önermek istiyorum. Birincisi yakın zamanda Rahmet-i Rahmana kavuşmuş olan Mehmet Niyazi’nin Ölmek Daha Güzeldi romanı. Romanın arka kapağına bir göz atalım:
Adı Zeynep olan bir Ana… Bir oğul ve bir kız… Bu bir hikâye değil, bir çığlık… Dün Azerbaycan, Türkistan, Kırım ve Bosna’da; bugün dünyanın başka mazlum milletlerinin yaşadıkları coğrafyalarda, yüz binlerce kez tekrar edilen bir trajedi… Nerede “Tebaana iyi muamele et. Onlar ya din kardeşin ya da yaradılışta bir eşin” diyen Hazreti Ali, nerede günümüzün acımasızlıkta ve vahşette süper güçleri? İnsan bütün boyutlarıyla kavranmadıkça insanlığa mutluluk ve adalet gelmeyecek. Ve onu getirecek olan da elbette bizim kültür havzamızdan yükselecek bir medeniyettir.
Bu roman eski SSCB esareti altında, Azerbaycan’da hürriyet ve istiklal hasreti içinde kıvranan soydaşlarımızın Mihmandarlı ailesinin yaşanmış öyküsü onların çırpınışlarını anlatıyor. Canlarını kurtarmak için Anadolu’ya geçmek isteyen bu insanların başlarına geleni öğrenmek istiyorsanız, kitabı okuyabilirsiniz.
Diğer kitap ise Godfrey Lias’ın Göç romanı. “Komünist Çin rejimine boyun eğmemek için topraklarını terk etmek zorunda kalan, bin bir zorlukla yollarda verdikleri mücadelelerle hayatta kalmaya çalışan, Kazak halkının onurlu mücadelesi.” Nereye mi sığındı bu Kazak kardeşlerimiz? Kayseri’ye. Bu göç, Himalaya dağlarından Hindistan’ın Keşmir bölgesine, oradan da Türkiye’ye gelen Altay Kazaklarının çileli göç hikayesi.
İngiliz tarihçisi Godfrey Lias 1954 yılında İstanbul’a ulaşabilen Kazak Türkleriyle buluşarak göç esnasında meydana gelen olayları kendilerinden öğrenmiş ve ayrıntılı şekilde kitabında ele almıştır. Kitap, 1956 senesinde Londra’da basılmış ve Doğu Türkistan Kazaklarının komünist rejime karşı mücadelesini konu eden ilk eser olmuştur.
1940 yıllarında komünist Çin hükümetinden gördükleri baskıdan dolayı 20 bin kazak ailesi Doğu Türkistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Böylece uzak, yorucu ve tehlikeli yolculuk başladı. Kitapta Göç sırasında sürekli komünist askerlerin saldırısına uğrayan Kazaklar, susuz Taklamakan çölünden, 5,5 metre yükseklikte olan Tibet dağlarındaki dar ve tehlikeli yollardan geçtikleri anlatılmıştır. Altay’dan 20 bin aile olarak yola çıkan bu insanların ancak 2 bin kadarı Hindistan’ın Keşmir bölgesine ulaşabilmiştir.
Keşmir, Pakistan, Afganistan, İran üzerinden Türkiye’ye ulaşan akrabalarımız hayata yine Anadolu’da tutunabilmişlerdir. Bu arada yine komünist Sovyet rejiminden kaçıp inanılmaz zorluklarla göçüp Van’ın Erciş İlçesi, Ulu Pamir Köyü’ne gelip devletimiz tarafından yerleştirilen yiğit Manas’ın torunları, Kırgız kardeşlerimizi de lütfen unutmayalım. Ulu Pamir’in bu cesur insanlarının genç evlatları bugün Türk ordusunda sadakatle hizmet etmektedirler.
Demek ki “mülteci” konusu oldukça hassas bir konu. Madem ki “şefkatimiz, merhametimiz ve misafirperverliğimiz” ile övünüyoruz, öyleyse “toptancı” bir “mülteci” konuşması yapmamalıyız diye düşünüyorum.
Alın sizlere “az edebiyatlı” bir yazı daha. Haftaya inşallah başka bir konuda yine birlikte olalım istiyorum. Kalın sağlıcakla,