Piyasalar

Git Şubat!

Punto:
Yine bir şubat sabahı ve yine bu şubat sabahında yine mağdurları yazıyor olmak ne hazin. Mecbur muyuz hep mağdur yazmaya? Birileri günün fırsatlarını ganimet bilip, elindeki gücünü, kendi egemenliği ve çıkarları uğruna diğerlerini yok etmek adına kullanıp zulümler yaptıkça, hoşunuza gitmese de biz bu satırlarda, bu mağdurları yazacağız! Sevgili Şubat: Seni hep güzelliklerle; kışın o ıslak, hafif titreten soğuğunla ve ocak başı sıcaklıklarınla anmak ne güzel olacaktı ama seni zalimliklerine alet eden zalimler yüzünden acı ve gözyaşları ile anmak zorunda kaldığımızdan ötürü, bizi umarım hoş görürsün! Sebebi biz olmayan, ama şartlar gereği bizim tam ortasında kaldığımız bir savaşın; 1.Cihan Harbi’nin hemen sonrasında imzalamak zorunda kaldığımız Mondros Mütarekesi’nin sonunda, Balkanlardaki müttefik Fransız-Sırp-Yunan-İngiliz kuvvetleri Başkumandanı olan, Fransız Mareşali Franchet d. Esperey, büyük bir velveleyle, 8 Şubat 1919 da, İstanbul'a girmişti. Fransız Mareşali, Mondros Mütarekesi şartlarına aykırı bir şekilde, beyaz bir at üzerinde, Türkiye'nin taht şehrine girerken, Eski Roma imparatorlarının yaptırdığı gibi atının dizginlerini kendisi değil, iki asker tutmuştu. Yıllardır iç içe yaşadığımız, hatta kimisine Millet-i Sadıka dediğimiz komşularımızdan, İstanbul'daki Rum, Ermeni, hatta Yahudi azınlıkların Mareşali çılgınca alkışlayarak, Türklere korodan küfür ettikleri ay; ne yazık ki, Şubat ayıydı. Kendi yurdumuzda, kendimizden bildiklerimiz tarafından ihanete uğramış, içimiz titremişti o şubat ayında. Sonra; altı asır cihana, Nizam-ı Alem aşkıyla ruh veren, koca bir medeniyetin son kırıntısı, son elçisi, son halife II. Abdülmecit’in, zorla bu topraklardan gönderildiği ay da ne yazık ki bir şubat ayıdır. Sultan Abdülaziz’in oğlu olan; entelektüel, sanatsever, birkaç yabancı dili ustalıkla kullanan, ressam, müzisyen, ince ruhlu ve bu toprakları bize yurt yapanların son temsilcisiydi. Murat BARDAKÇI onun için şu satırları yazar.. “İkinci Meşrutiyet’ten sonra kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin destekçileri arasında idi. Türk resminin önde gelen isimlerinden kabul edilirdi ve besteleri batı formlarındaydı. Üçleme, dörtleme gibi oda müziği eserleri yapar, bunları eşlerinden ve kalfalarından oluşturduğu topluluklara çaldırır, sarayda kapalı kalmaz, halkın arasına girer, popüler olmaya çalışır ve İstanbul’daki bir yabancı elçilik raporuna göre, -fes giymediği zamanlarda, iyi yetişmiş bir Fransız’ı andırırdı.“ Maalesef bu naif ve latif insan da, bir şubat ayında öz yurdunda, mağdur edilenler arasında yerini almıştır. 26 Şubat 1992 de ise mağdurlar sadece mağdur değil, zalimler ise asla sadece zalim değildi. Hocalı’da 106 kadın, 83 çocuk, 70 ihtiyar olmak üzere toplam 613 Azeri Türk’ünün katilleri; aynı zamanda insanlık tarihine yeni bir vahşet vesikasını kazıyarak Şubat ayına bu günahlarını alet etmişlerdir. Vahşetin dehşetini yaşayan Beyrutlu Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, gördüklerini, “Haçın Hatırı İçin” (For the Sake of Cross) isimli kitabında şöyle yazmaktadır: “Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere, 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.” Evet; Şubat ayı bu kez de Haç’ın hatırına kurban edilmişti. 1997 de ise canilerin elinde belki silahları yoktu. Belki de kendi yaptıklarını meşru olarak görecek kadar da hırslı ve inanmıştılar doğru yaptıklarına. Ama bir avuç mutlu azınlık, bir avuç gelecek kaygısı içinde bulunan zavallı bedhahlar; ‘Şeriat Geliyor!’, ‘Laiklik gidiyor’ yaygaralarıyla sürdüler milletin tanklarını yine milletin üzerine. Tanklar altında kalanlar olmadı, halkın temsilcileri de tutuklanmadı belki ama usulca bir el uzandı milletin iradesine. Moda deyimle bir balans ayarı çekildi günün yöneticilerine ve milletin kendisine. Postmodern darbe kavramı ile de yine bir şubat günü, 28 Şubat 1997 de tanıştık. Bunun da mağdurları oldu yığınla. Görevlerinden uzaklaştırılan idareciler, düşüncelerinden dolayı tutuklanan aydınlar, fişlenen memurlar ve doğal olarak da bu fırsatı ganimete çeviren fırsatçılar. Mağdurların olduğu her yerde, fırsatçılar elbette olacaktı. Her mağduriyetin bir fırsat yaratacağı gerçeğini unutmadan acaba şimdi içinde bulunduğumuz bu şubat ayında, biz gerekli dersleri aldık ve yeni fırsatçılara yol açabilecek mağduriyetleri engelleyebiliyor muyuz? Yoksa elimizdeki gücün, mutlak ve sonsuz olduğu hayaline kapılmış, yeni zalimlikler arifesinde miyiz? “Her türlü otorite alçaltıcıdır. Otoriteyi kullananları da, üzerinde otorite uygulananları da alçaltır.” (Oscar Wilde) Git Şubat! Otorite kullanacaksan da başka kapıya! Beni, hür doğmuş ve hür yaşamış bir kültürün çocuğunu, yeni despotluklarına alet etme! Yıllarını tek tipli yaşam biçimleriyle mücadeleyle geçirmiş şu satırların yazarı için artık Şubat’lar; tek tiplerin dayatılmadığı, çeşitli tiplerin sindirilmediği, cemrelerinin gönüllerimize düştüğü günlerin ayı olsun! Şubat’lar, öz yurtlarında garipler, paryalar barındırmasın. İhanetlerin, alçaklıkların, fırsatçıların ayı olmasın Şubat. Baharı müjdelesin, bahar içersin, baharı yaşatsın! Git Şubat! Kapımı bir daha böyle acılarla çalma. Mağdur çığlıkları olmasın duyduklarım.