Mete GÜNDOĞAN
Punto:
Dinle
Altın ve görece olarak dolar tutulamıyor.
Rekor üzerine rekor kırıyor. Ekonomide kış kapıya dayandı.
Şimdi, baharda ve yazda yapılan hazırlıkları uygulama zamanı. Tabi eğer baharda ve yazda hazırlıklar yapıldı ise. Yok, yapılmadı ise işte o zaman kış oldukça zor geçecek demektir.
Gerek korona salgınının neden olduğu belirsizlikler gerek jeopolitik gerilimlerdeki artış gerek büyük savaş tehdidi gerek Amerikan yumuşak gücünün ve dolayısıyla doların zayıflaması ve gerekse de ABD başta olmak üzere birçok ülkede görülen negatif reel faizler altının yükselişinde etkili oldu.
Altının ons fiyatı bu yılın başında 1500 dolar iken şimdi 2000 doları aştı. Sekiz ay içerisinde yılbaşına göre yüzde 33’den fazla artış gösterdi.
Daha da artacağı muhakkak. Çünkü artışa sebep olan gerekçelerde herhangi bir düzelme yok.
Bütün bunların hepsinden daha önemlisi 2008’de açığa çıkan küresel finans krizine herhangi bir sağlam çözüm bulunamamasıdır.
G20 veya G7 toplantılarıyla alınan tedbirler, borç transferleri, parasal genişlemeler, yarı örtülü ticaret savaşları vb gibi atılımların hiç biri bozulan küresel finans düzenine merhem olamadı.
Sonuçta altın doğal olarak harekete geçti. Çünkü altının diğer paralardan farkı değerinin kendinden menkul olmasıdır.
Ülkelerin paralarının değeri itibaridir. İtibar olmazsa onlar değerlerini yitirirler. Ama altının değeri kendi madeni değeridir.
Böyle çok gerekçeli kriz ortamlarında altın, patronun kim olduğunu hatırlatır. Alır başını gider. İşte şimdi de aldı başını gidiyor.
Bütün bu gelişmeleri, 2008’de patlayan ve süregelen küresel finans krizini göz ardı ederek yorumlamaya kalkarsak yanılırız.
Klasikleşmiş ortodoks ekonomi yorumları günümüzü açıklamaya yetmiyor. Paradigma sorgulaması da yapmak gerekiyor.
Bunu zaman zaman bu köşemizden yapmaya gayret ediyoruz.
Peki, dolar dahi gücünü yitirirken TL niçin çöküyor?
Tabi bu sorunun ülkemizdeki ifadesi şu şekilde olmalıdır.
Peki, dolar niçin artıyor?
İşte bugün bizim için soru budur. İlk bakmamız gereken yer de bu güne değin uyguladığımız ekonomi politikalarıdır. Çünkü bu olumsuz gelişmelerden kendimizi koruyabilmemiz için değişikliğe oradan başlamamız gerekir.
Öncelikle ülkemiz ağır borçlu bir ülkedir. Dış borcumuz 435 milyar dolara dayanmıştır. Borcumuzun ağırlığı da özel sektörün üzerindedir.
Lakin, nasıl olsa özel sektördür devletin üzerinde bir ağırlık yoktur dersek yanılırız. Çünkü toplam dış borcun içinde kamunun payı çok hızlı bir şekilde artmaktadır.
Örneğin 2019 ilk çeyrekle 2020 ilk çeyrek arasında 22 milyar dolar artmıştır. Buna mukabil özel sektör dış borcu ise azalmıştır.
Mevcut ekonomi mekaniğine göre de özel sektörün net borç ödemesi demek (bizim tasarruf açığımız olduğu için!) yatırımların ve dolayısı ile üretim-GSYH’nın azalması olarak bize dönecektir. Bu da enflasyonu azdıracaktır.
Neticede özel sektör demek ülkenin ekonomisi demektir. O çökerse tezgâhlar kapanır. Tezgâhlar kapanırsa devlet de çöker. Bu yüzden meseleyi bir bütün olarak ele alma mecburiyetimiz vardır.
Öncelikle şunu görmemiz gerekiyor. Biz, bu son gelişmelere ağır borçlu olarak yakalandık. Her hafta ödememiz gereken borçlar var. Bunun takvimini de çok önceden yayınlıyoruz.
Yani herkes ne zaman dolar ihtiyacımız olduğunu biliyor. Dolar görece değer kaybetse bile bizim daha büyük ihtiyacımız olduğu için doların değeri TL’ye göre artıyor.
Örneğin bu yılın başında dolar 6 lira iken şimdi 7,25 liralara kadar geldi. Yılbaşına göre dolar artışı yüzde 20’lere geldi. Altına nispeten daha geridedir.
Ancak bizim aşırı ihtiyacımız onun değerini daha da artıracaktır. Sırf bu açıdan baktığımızda bile, an itibarıyla doların 8 lirayı çoktan aşmasını bekleyebiliriz.
Kısacası dolar artışı daha da ileri seviyeye ulaşacaktır. Artık bundan kaçış yoktur.
Ne yapmamız gerekiyordu?
2008 krizini gördükten sonra, onu hafife almayıp yapısal tedbirlerimizi almamız gerekiyordu.
Ülkemizde uyguladığımız Derviş-Fisher Restorasyonunu (DFR) gözden geçirip bizi bu günlere hazırlayacak ekonomik altyapımızı oluşturmamız gerekiyordu.
Borçlanmalarda bu kadar açılmamamız gerekiyordu. Para kredi sistemimizi çeşitlendirip yerlileştirmemiz gerekiyordu.
Tabi bunların hepsi geçti.
Şimdi korona salgını ve jeopolitik gerilimler de bahane edilerek bir finansal kaosa sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Gelişmiş ülkelerin ya da bize göre alacaklıların bu kaosun faturasını bize yüklemek isteyecekleri gayet aşikârdır.
Bunu bir dereceye kadar da anlayabiliriz. Çünkü bunu bir fırsat olarak değerlendiriyorlar.
Şöyle bir örnek verelim. Bir grupsunuz ve grupta bir şirketin iflasını vereceksiniz. O zaman ne yaparsınız? Gruptaki diğer şirketlerin borçlarını da iflas edecek şirkete transfer edersiniz.
Böylelikle bir şirketi batırırsınız ama diğer şirketlerinizin ağırlıklarını da atmış olursunuz. Şimdi bunu “ekonominin kuralı böyle” diye izah eden birçok muğanniye denk gelebilirsiniz. Ancak onları ciddiye almanın şu an itibarıyla bir getirisi olmaz.
Onların söyleyeceklerini ben size buradan özetleyivereyim.
Mevcut ortodoks ekonomi anlayışında parayı hareket ettiren üç ana enstrüman vardır: Enflasyon, döviz ve faiz.
Enflasyon geçmiş ile ilgili olacağı için böyle bir konjonktürde ona pek müdahale edemezsiniz. Kalanlardan birine müdahale eder diğerinin düzelmesini beklersiniz.
Şimdi “Döviz artıyor değil mi, o zaman hemen faizleri artırmak lazım” derler. Zaten hemen faiz artışları da geldi. Bu hikâye böyle sürüp gider diyeceğim amma umarım sürüp gitmez.
Şimdi esas yapılması gereken iş hiç vakit kaybetmeden reel ekonomik çarkları koruyacak tedbirler almaktır. Tezgâhları kapattırmamaktır.
İçinde üç kişinin çalıştığı küçücük bir ofisin bile kapanmasının çarpan etkisi olur. Bugün kapansa en az üç yıl sonra bugünkü seviyeye belki gelebilir.
Bunun için de öncelikle yapılması gereken iş mevcut borca dayalı para sisteminin dışına çıkarak ekonomi çarklarını çok ucuz bir şekilde finanse etmektir.
Diğer bir ifade ile mevcut sistemi aşmak gerekir. Sisteme parayı tabandan sokacak şekilde bir mekanizmayı tesis etmek gerekir.
Borçlarımız bizim yumuşak karnımız. Ayni ve nakdi bütün borçlarımızı sıfırlayacak şekilde bir çalışma da yapmamız gerekiyor.
Nakdi borçlarımız malum. Ayni borçlarımız derken bir hastaneye getirmekle yükümlü olduğumuz hasta sayılarını veya bir yoldan geçirmekle yükümlü olduğumuz kişi sayılarını kastediyorum. Hesabımızı buna göre yapalım.
Kısacası, artık çok kriterli ve dinamik bir iktisat politikası uygulamak zorundayız. Kamu, bütün gelişmelere müdahil olmalıdır.
Ekonomide düzenleyici ve denetleyici bir rol üstlenmelidir. İktisat sisteminin ağırlık merkezini de tarım (ziraat-hayvancılık-gıda) sektörü oluşturmalıdır.
Yeni sistem, bu sektörlerin üretim döngüsüne göre tahkim edilmelidir. Hatta bu çerçevede çarkların devamlı dönmesi için de bir Ziraat Parası tedavüle sokulabilir.
Aslında çok endişe edecek bir durum yok. Her şey bizim elimizde ve kararlarımızda. Mevcut kurulu düzenin sahipleri elbette bizi kurulu sistemin dışına çıkarmak istemeyecektir.
Lakin biz mevcut sistemin altta kalanlarındanız. Altta kalanın canı çıkar.
Evet, dertlerimiz sorunlarımız çoktur ama dermansız tek dert ölümdür. Onun dışında kalan her şeyin bir çözümü vardır.
Böyle bir durumda yapılacak iş, bir ekonomik bağımsızlık mücadelesi vermekten ibarettir.
Korkmadan ve yılmadan…
Prof. Dr. Mete GÜNDOĞAN