Orhan KAVUNCU
Punto:
Dinle
Ete kemiğe büründüm/İnsan suretinde göründüm-Yunus Emre
İnsan kendisini merak eder:
Bu dünyaya niçin geldim?
Yaratılışımın gayesi nedir?
Acaba ben, ben olmasam ne olurdum?
İnsan ne zaman ve nasıl oluştu veya yaratıldı?
Bu dünya nasıl ve ne zaman oluştu veya yaratıldı?
Bitkiler ne zaman ve nasıl oluştu?
At ile eşek acaba gerçekten farklı türler midir?
Gökler, ay ve yıldızlar, güneş ne zaman ve nasıl oluştu?
Acaba başka dünyalar ve dolayısıyla, başka canlılar var mıdır?
Sanırım hemen herkes gelişmesinin bir döneminde benzeri sorular sormuştur. Bu gibi sorular, insanoğlu kendini hem ontogenetik, hem de filogenetik anlamda idrak etmeye başladığından beri sorulur.
Tarihin çok eski dönemlerinden itibaren bu sorulara cevap arayan bilim adamları, düşünürler olmuş ve eserler vermişlerdir. Bu eserlerde hem kâinatın, hem yeryüzünün oluşumuna dair görüşler ortaya atılmış, hem de insanın ve diğer canlıların kökeni ve evrimi ele alınmıştır. Bu yazıda esas itibariyle canlıların kökeni ve evrimi üzerinde durulacaktır. Bununla birlikte yeryüzünün ve kâinatın oluşumuna ilişkin görüşlere kısaca göz atılacaktır.
İnsanoğlunun evrimle ilgili merakı iki başlık altında özetlenebilir: 1. Yeryüzünde mevcut bir canlı türünün başka bir canlı türüyle benzerlik ve farklılığının sebepleri nelerdir? 2. Bu canı türü ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır. Merak konusu olan türün, insanın kendi türü olması, konunun cazibesini artırmaktadır.
Evolution (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 1) isimli kitabın «Evrimin Doğası» isimli ilk bölümünü yazan Stebbins, üç çeşit evrimden bahseder: kimyasal, organik ve sosyal (kültürel) evrim. Evrenin ve yeryüzünün, inorganik maddenin evrimini, cansız varlığın evrimi anlamında konumuz dışında tutuyoruz. Ancak genel olarak canlı ya da cansız, görünen ya da görünmeyen varlığın oluşu(mu)na ilişkin (ontolojik) görüşlere kısaca temas edip asıl konumuz olan organik evrimi ele alacağız.
Valentine, Evolution (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 349) isimli kitabın “Cosmic Evolution and the Origin of Life” başlıklı On Birinci Bölümünde “Yeni hayat formlarının orijini problemi, gizemlerin gizemi olarak ifade edilmiştir” der ve sadece hayatın ilk kıvılcımının değil, çeşitli hayat formlarının bir Kadir-i mutlak tarafından yaratıldığına inananlara seslenir:
“Bir Yaratıcı kavramı, böyle bir Yaratıcının işi olarak açıklanabilecek bir delil olmadığı için, prensip olarak bilimsel değildir. Yaratılış hipotezinin yanlışlanması imkânsızdır, bu yüzden bu düşüncenin tamamı bilimin görüş alanının ötesindedir. Buna karşılık hayatın belirli tabiat olaylarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı hipotezinin, hiç olmazsa prensipte, test edilmesi kesinlikle mümkündür. Hayatın tabii sebepler vasıtasıyla orijini için süreçleri (olaylar-işlemler vetiresini) ve şartları belirlemek üzere araştırma yapmak mükemmelen geçerli bir bilimsel meşgaledir.”
Ne var ki, aynı eserinde Valentine, bu konuda ileri sürülen teorilerden birçoğunun, yeni bilgiler geliştikçe, tartışma alanından düştüğünü, dolayısıyla teorilerin artmak yerine azaldığını söyledikten sonra “Bugün için nihai çözümden uzak olmakla birlikte, hayatın doğal sebepler vasıtasıyla ortaya çıktığı varsayımına itirazlar ve bu iddiayı test etmenin önünde aşılamayacak zorluklar yoktur” der (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 349).
Kâinatın, yeryüzünün ve yeryüzünde hayatın oluşumuna dair, belki iki bin yıldır, gerçekten birçok iddia ortaya atılmıştır. Varlığın oluşuna ilişkin (ontolojik) görüşleri burada vermeye imkânımız yoktur; derli toplu bir özet için Düzgüneş (1994) ve Önel (2017), daha ayrıntılı bilgi için Koçar (2004) tavsiye edilir.
Ancak bu konuda ciddi bulduğum ve aradan 1165 sene geçmiş olmasına rağmen güncelliğini koruduğunu düşündüğüm için Maturidi’nin görüşlerini zikretmekle yetineceğim. Âlemin varoluşu konusunda döneminin ve önceki dönemin görüşlerini özetleyen ve eleştiren Maturidi, bu konuda evrenin ve evrendeki cisimlerin, kendiliğinden, cevher denilebilecek bir öz varlıktan ya da ilk maddeden, zıtların çatışmasından veya tabiat olaylarından ortaya çıktığı, sonradan var olmadığı, ezeli ve ebedi olduğu, cismin ve cisimle ilgili olayların kendi irade ve kudretinin olduğu görüşlerini eserinde özetlemiş, bunlara karşı âlemin, Allah’ın kudreti ile ama elbette esbabıyla birlikte yaratıldığını savunmuştur. Savunmasını yaparken de bilginin kaynakları olarak kabul ettiği haber, duyu ve akıl yoluyla delillerini ortaya koyan Maturidi, İslâm Kelâmcılarının ve çoğu İslâm filozoflarının Allah dışındaki bütün varlık anlamında âlemin hadis (sonradan, yaratılmış) olduğu görüşünü benimser (Koçar 2004, sayfa 25-129).
Stebbins organik evrim için birçok görüşü kısaca kısa özetledikten sonra kendisi şöyle bir tanım yapmaya teşebbüs eder: “Organik evrim, populasyonların genetik kompozisyonlarının, prensip olarak çevreleriyle değişen interaksiyonlarına bağlı, kısmi veya tam ve geri dönüşümsüz değişimidir. Esas olarak evrim, yeni çevrelere uyum çeşitlenmesini, özel bir habitattaki çevre değişikliklerine göre düzenlenmeyi ve mevcut habitatlardan yararlanma için yeni yolların kökenini içerir (it consists chiefly of adaptive radiations into new environments, adjustments to environmental changes that take place in a particular habitat, and the origin of new ways for exploiting existing habitats). Bu adaptive değişmeler bazen, gelişme biçimlerinin, fizyolojik reaksiyonların ve populasyonlarla çevreleri arasındaki interaksiyonların daha karmaşık olmasına yol açar.” (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 8). Stebbins hayatın orijini için, “en iyi açıklama milyonlarca yıl önce cereyan etmiş olan precellular (hücre öncesi) kimyasal evrimin çıktısı olmasıdır” diyor (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 9).
Görüldüğü gibi, evrim populasyonların değişmesini konu almıştır. Taksonomik olarak hangi seviyede olursa olsun, evrim teorisi aynı atadan gelen populasyonların birbirinden farklılaşmasını konu aldığına göre, populasyonlar arasında genetik bir çeşitlenme olması için ortak ata olan populasyon içinde de bir genetik varyasyon olması gerekir. Bir şekilde birbirinden ayrılan gruplar farklı çevre şartlarına (habitatlar, ekolojiler, çevre şartları) göç ederler ve farklı şartlara uyum sağlayan genotiplerin döl verme şansı diğerlerinden daha yüksek olur ve dolayısıyla genlerinin ertesi generasyona geçme şansı artar. Bir çevrede A alleli, başka bir çevrede a alleli daha iyi uyum sağlıyorsa, tabii seleksiyon bu genleri taşıyan genotiplere daha fazla döl verme şansı verir ve farklı çevrelerde birbirinden izole olmuş populasyonlar giderek farklılaşırlar.
Demek oluyor ki, populasyonların genetik olarak birbirinden farklılaşması için üç sebep gereklidir: Genetik Varyasyon, İzolasyon ve Tabii Seleksiyon (Düzgüneş 1994). Farklı bölgelere giderek birbirinden izole olmuş populasyonlar, tabii seleksiyon farklı genler için çalışmasa bile, zamanla sadece şans yüzünden de farklılaşabilirler. Populasyon Genetiği, bir populasyonun genetik yapısını tanımlar, farklılığı ölçer, bu populasyonun genetik yapısında generasyonlar boyunca değişme oluyorsa bunun sebepleri üzerinde durur. Birbirinden bir sebeple ayrılmış alt populasyonların giderek birbirinden farklılaşmasını ölçer ve bunun sebeplerini araştırır.
Bu çalışmada, önce populasyonların genetik yapılarındaki farklılaşmanın sebepleri üzerinde durulacak, populasyon genetiğinin bunları açıklamak üzere ortaya koyduğu sebepler ele alınacaktır. Sonra da bu bulguların, taksonomik grupların farklılaşmasını açıklamak üzere kullanılabilirliği üzerine tartışılacaktır.
Genetik Bulgular ve Popülasyon Genetiği
Bir canlının belirli bir özelliğinin şöyle veya böyle olmasını sağlayan bilgiler, hücredeki DNA molekülündedir. Bu DNA, ökaryotlarda, yani hücre çekirdeği olan canlılarda, hücre çekirdeğindeki kromozomlarda paketlenmiş halde ve sitoplazmadaki mitokondri, kloroplast gibi bazı organellerde bulunur. Prokaryotlarda, yani bakteri, yeşil alg ve bazı yosunlar gibi hücre içinde çekirdeği bir zarla ayrılmamış canlılarda ise, tek bir DNA molekülü olarak hücre içinde serbest halde bulunur. Durum virüslerde de prokaryotlarda olduğu gibidir. Ancak bazı virüslerde genetik materyal RNA’dır. Bakterilerde de hücre içinde plazmid denilen mikro organeller genetik materyale sahiptir. Bazı virüsler bakteriyofaj olarak plazmidler gibi bakteri hücresinde konuk olarak bulunur ve uygun ortamlarda bakteri DNA’sını kendini çoğaltmak için kullanır.
Görülüyor ki bütün canlılarda genetik materyal aynıdır ve nükleik asit formundadır. Nükleik asit molekülü bir nükleotidler dizisidir. Bu dizi boyunca nükleotid sayısı bakımından değişen büyüklüklerdeki fonksiyonel birimlere gen denir. Genlerin fonksiyonu, kendini replike etmesini yani yavru DNA molekülleri meydana getirmesini, protein veya RNA sentezlenmesini sağlayan bir kodlama düzeniyle olur (Kavuncu 1990).
Mutasyon genetik materyalin çok küçük (tek bir nükleotid bile olabilir) veya çok büyük (bir kromozom, hatta birçok kromozom olabilir) kısmının kalıcı bir şekilde değişmesidir. Bir genin mutasyona uğraması ile ortaya çıkan yeni gene, öncekinin alleli denir. (daha formel olarak orijinal gene yabani allel, yeni gene ise mutant allel denir). O halde allel genler, genetik analizlerde kromozom üzerinde aynı mahalde (lokusta) işaretlenen, yani uzun DNA molekülünde aynı segment olan ve fonksiyon olarak aynı özelliğin farkı hallerini determine eden genlerdir. Yabani bir genin birden fazla mutant alleli olabilir. Demek ki, aynı atadan gelen canlılar arasında gözlenen (ve daha önce gözlenmemiş) farklılıklar, genlerin işte bu farklılaşmasına dayanmaktadır. Görülüyor ki aynı atadan gelen canlılar arasındaki genetik farklılığın ilk kaynağı mutasyondur. İki özellik bakımından ebeveyndeki fenotipik kombinasyondan farklı olarak gözlenen yeni kombinasyonlar da, farklılık sebebidir. Ancak yeni kombinasyonların ortaya çıkması için de mutasyonla yeni allellerin ortaya çıkması gereklidir.
Populasyon genetiği, genetik yapı farklılıklarını, populasyon düzeyinde çalışır. Bir populasyonun genetik yapısı, başka ölçüler yanında, üzerinde durulan özelliğin şöyle ya da böyle tezahür etmesini (şu ya da bu fenotipte olmasını) sağlayan allel genlerin frekansları (nisbi miktarları) ile ifade edilir. Meselâ insanda A, B, AB veya 0 kan gruplarından oluşu belirleyen üç allel genin (A, B, 0) frekansları bir populasyonda %20, %30, %50 iken başka bir populasyonda %30, %45 ve %25 olabilir. Aynı başlangıçtan bir şekilde ayrılan iki populasyon bu misaldeki gibi genetik yapıca farklı olabilir.
Aynı populasyondan, buradaki gibi, herhangi bir sebeple, rastgele bireyler grubu olarak ayrılmış, dolayısıyla aynı genetik yapıya sahip olması beklenen ve birbirinden izole olmuş populasyonlar tabiatta gerçekten mevcuttur. Bunların genetik yapılarında zamanla artan farklılıkların olması, bu populasyonların her birinin generasyondan generasyona değişmekte olduğunu gösterir. Böyle bir değişmenin ilk şartı, populasyonda birden fazla allelin mevcudiyetidir. Populasyon içinde bir gen bakımında gözlenen bu varyasyona populasyon genetiğinde polimorfizm denilmektedir. Bu polimorfizmi ortaya çıkaran mekanizma mutasyondur.
Polimorfik bir populasyonun genetik yapısı generasyondan generasyona sadece şans yüzünden değişebileceği gibi, tabii seleksiyon yüzünden de değişebilir. Tabii seleksiyon, içinde bulunulan muhite (çevre şartlarına) uygun bireylerin diğerlerinden daha fazla döl verme şansına sahip olmasıdır. Bu fazlalık, populasyonun genetik yapısında her generasyon o bireylerin sahip olduğu genler lehine küçük farkların ortaya çıkmasına ve bu farkların tedricen birikmesine yol açar.
Sonuç olarak aynı populasyondan rastgele ayrılmış ve izole olmuş polimorfik populasyonların birbirinde farklılaşması esas olarak iki sebeple ortaya çıkmaktadır: Şansın miktarı hesaplanabilen ama yönü hesaplamayan etkisi ve tabii seleksiyonun miktarı ve yönü hesaplanabilen etkisi.
Populasyon genetiğinde populasyonların genetik yapılarını değiştiren dolayısıyla birbirlerinden farklılaşmasına yol açan iki sebepten daha bahsedilir: mutasyon ve göç.
Mutasyonun başlangıçta mutant alleller meydana getirerek şans ve seleksiyon gibi etkilerin çalışmasına ortam hazırladığını biraz önce gördük. Bunun yanında aynı populasyondan ayrılarak farklı muhitlere göç etmiş populasyonların her birinde sürekli yeni mutasyonlar ortaya çıkabilir. Bu yeni mutant alleller yine şans ve/veya seleksiyon yüzünden bir populasyonda birisi, birinde diğeri çoğalacak şekilde bir farklılaşma sebebi olarak da canlılar âlemindeki çeşitliliğe hizmet etmektedir.
Bir populasyona dışarıdan göç de, o populasyonun genetik yapısında değişiklik meydana getirebilir. Göçün etkisi, izolasyonun kırılmasına yol açmaktadır. Meselâ Amerika’daki zenci populasyona her generasyon belirli bir miktarda beyaz göçü olmakta ve bu birçok özellik bakımından zenci populasyonun genetik yapısını değiştirmektedir. Benzer şekilde Uzakdoğulu insanlarla Hint Avrupa gruplarından insanlar arasında evlilikler bu iki grup arasındaki seksüel izolasyonu kırmakta ve populasyonların birbirinden farklılaşması yavaşlamaktadır. İzolasyon kırılmasa belki 50-100 generasyon sonra bu iki grup arasında cinsel birleşme gerçekleşemez hale gelecek kadar farklılaşma olacaktı.
Evrim ve Yaratılış Teorilerine Genetik Bulguların Katkısı
Populasyonun genetik yapısını değiştiren sebepler, mevcut populasyonların generasyonlar boyunca farklılaşmasını, hem bir populasyon içinde (polimorfik varyasyon) hem de populasyonlar arasında (diversity: çeşitlilik) farklılaşmayı açıklamak için kullanılabilir. Bu sebeplerin cevaplayamadığı iki evrim sorusu: 1. İlk canlı ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır? 2. Büyük taksonomik gruplar arasındaki fark nasıl ve ne zaman ortaya çıkmıştır?
İlk canlının ortaya çıkışı ile ilgili iddialar hayatın yeryüzünde, en iyimser tahminle 4 milyar önce ortaya çıktığını söylemektedir (Freeman ve Herron 2002, sayfa 466). 1980’li yılların başında ribozimlerin (katalitik RNA’nın) bulunmasına dayanarak evrim araştırmacıları ilk canlı formunun bir RNA dizisi olabileceği üzerinde duruyorlar. Ama böyle bir molekülün nasıl ortaya çıkmış olabileceği bugün için hala bir sırdır. 4 milyar yıl önce yerkürenin şartları organik moleküllerin oluşmasına müsait miydi? Atmosfer nasıl bir terkipteydi? Bu gibi sorulara olumlu cevaplar bulmanın zorluğu araştırmacıları, meteorları incelemeye sevk etti. Bugün ciddi olarak ilk canlı sayılacak moleküllerin meteorlarla yeryüzüne geldiği üzerinde duran araştırıcılar vardır. En son 1969’da Avusturalya’ya düşen bir meteorda bulunan aminoasitler, yeryüzünde canlıların sentezlediği proteinlerdeki aminoasitler gibi, fakat onlardan değişik formdaydı. Başka meteorlarda da benzer organik maddelerin bulunması, araştırıcıları ilk canlının başka gezegenlerden geldiği yönünde hipotezler (panspermia hipotezi) ortaya atmaya sevk etmiştir.
Büyük taksonomik grupların oluşu ile ilgili soruya gelince, şans ve seleksiyonun sebep olduğu tedrici küçük değişmelerin birikmesi aynı orijinden geldiği, ya da aynı türe mensup olduğu bilinen gruplar arasındaki farklılıkları açıklayabilir. Tür mü yoksa alt tür mü olduğu sistematikçiler arasında tartışma konusu olan bazı gruplar arasındaki farklılıkları da açıkladığı kabul edilse bile, bu yavaş ve sürekli değişmelerin daha büyük taksonomik gruplar arasındaki farklılıkları açıklamaya yetmeyeceğini birçok evrimci kabul etmektedir. Bunların bazıları, büyük taksonomik gruplar arasındaki farkların büyük ve ani değişmelerle, yani makro mutasyonlarla (punctuated mutation) ortaya çıkmış olabileceğini düşünmektedir. Ancak bu durumda ara formların olması gerekmektedir. Bu geçiş formlarına ait paleontolojik bulgular, yani fosillere rastlanabilmiş değildir. Bu durumda da büyük taksonomik grupların, evrimle farklılaşmadıkları, ayrı ayrı meydana gelmiş olacağı hipotezi daha gerçekçi görünmektedir (Düzgüneş 1994, sayfa 115-116). Kaldı ki insanla diğerleri arasındaki bazı mahiyet farklılıklarının diğer canlıların kalıntılarıyla mukayese edilerek açıklanamayacağı, insanoğlunun evrimin olağanüstü ve özgün bir ürünü olduğu, meselâ Dobzhansky gibi evrimcilerce de ifade edilmektedir (Dobzhansky ve ark 1977, sayfa 453).
Evrim teorisi etrafında tartışmaya değer diğer bir konu, şans meselesidir. Başka amiller rol oynamasa bile, sadece şans yüzünden de populasyonların genetik yapısı birbirinden farklılaşabilir. Ancak burada şansın, ya da populasyon genetiğinde ve evrim teorisinde çokça kullanılan tabirle random (tesadüf) veya genetic drift denilen örnekleme etkisinin açıklayıcı bir sebep olarak ele alınmasıyla, ilk maddenin, ilk canlı molekülü tesadüfen şans eseri ortaya çıktığını söylemek arasında fark vardır. Aslında temelde fark yoktur. %20’sinde a alleli bulunan bir gamet havuzundan rastgele 500 gametlik bir tesadüf örneği çektiğimizde bunun 100’ünün a olması ile 101’inin a olması arasındaki fark için şans tabirinin nasıl kullanabiliyorsak, yeryüzünde bir RNA molekülünün rastgele olma ihtimalinden de bahsedebiliriz. Daha genel bir ifadeyle belirli elementlerin bir araya gelerek belirli bir molekülü meydana getirdiği şartları bilmiyorsak, bu bilgisizliğimizi ifade etmek üzere tesadüf kavramını kullanabiliriz.
Aynı şartlar altında mümkün olan birçok eşit ihtimalli sonuçtan sadece birisi olarak bu molekül kombinasyonu ortaya çıkmışsa, bunun tesadüfen ileri gelme ihtimali çok ama çok küçük diye tesadüfen meydana gelmiş olmasının imkânsız olduğunu söyleyebilir miyiz? Birçok bilim adamı bunu söylüyor ama doğru değildir.
Çünkü o molekül kombinasyonu meydana gelmezse diğer kombinasyonlardan birisi ama sadece birisi ve mutlaka meydana gelecektir. Mümkün olan sonuçların her birisi aynı derecede küçük ihtimalli olması, o yanlış mantığa göre, her birisinin olması imkânsız anlamına gelecektir.
Onun için tesadüf kavramını, olayın cereyan ettiği şartları bilmediğimizi ifade etmek üzere kullanmalıyız. O zaman problem ortadan kalkar. Çünkü gerçekleşen sonucun kendiliğinden veya tesadüfen ortaya çıktığı bazılarınca, Allah’ın kudretini inkâr maksadıyla söylenmektedir. Buna karşı olayın tesadüfen meydana gelmesinin imkânsız olduğunu söylemek yerine, olayın meydana geldiği şartları bilemediğimiz için tesadüf kavramını kullandığımızı açıklamak daha tutarlı olmaktadır. Bazıları bu anlamda tesadüfü, tevafuk kelimesiyle karşılamaya çalışıyor.
Kilisenin ilmi yaratılış görüşü, her canlı türünün diğerinden müstakil olarak ve bir evrimleşme olmaksızın meydana geldiğini iddia eder. Ancak bir canlı grubunun tür olarak tasnifi kesin değildir; bugün tür denilen gruba yarın alt tür, hatta hayvanlarda ırk, bitkilerde varyete denilebilmektedir. Bu belirsizlik, evrim teorisi gibi, yaratılış teorisini de zayıflatmaktadır. Çünkü bugün tür oldukları için kilisenin ayrı ayrı yaratıldıklarını söylediği iki grubun yarın aynı türün alt türleri oldukları anlaşılırsa kilise bunların ayrı yaratıldığı görüşünden vazgeçmek zorunda kalacaktır.
Evrim teorisinin bu noktadaki zayıflığı, henüz kesinleşmemiş tasnifler olarak ortaya çıkan taksonomik gruplar arasındaki akrabalıkları ortaya koymak üzere yapılan filogenetik ağaçların güvenilir olmamasıdır. Bu yüzden canlı gruplarının sınıflandırılmasında bugün moleküler bilgiler kullanılmaktadır. Ancak bunlara göre canlı popülasyonlarının benzerlik ve farklılıklarına karar vermekle de yanılabiliriz. Çünkü temel elementler seviyesine indiğinizde canlı cansız bütün maddeler benzer elementlere sahiptir. Bununla birlikte genom dizilerinin karşılaştırılması canlı gruplarının akrabalığı hakkında bir fikir vermektedir. Genomun tamamı üzerinden yapılan karşılaştırmalar yerine, regülatör genleri ve daha yüksek seviyeli yönetici genleri çalışmak daha yararlı sonuçlar verebilir.
Paleontolojik kronoloji (Futuyma 1998) ile filogenetik ağacı birlikte tasarlayan çalışmalar 4 milyar içinde nerden nereye geldiğimizi gösterebilecek mi? Burada zamanın izafiliği iyice dikkate alınmıyor. Eşyanın hızı büyük patlamadan hemen sonra, yani 14 miyar önce, ya da ilk organik molekülün oluştuğu söylenen 4 milyar önce ne kadardı? Bugünkü zamanla bir saniyede kat edilen mesafe hep aynı mı kaldı? Evrenin genişlemesi bir şekilde devam ediyor. Bu merkezkaç kuvvetinin merkeze çekim kuvvetinden biraz daha fazla olmasıyla açıklanabilir.
Bu tip sorular hem yaratılış teorisinin hem de evrim teorisinin işini zorlaştıran sorulardır. İncil’de insanın 6 bin yıl önce yeryüzüne geldiği görüşü paleontolojik bulgulara hiç uymuyor. Evrim teorisi de elementlerin yarı ömür hesaplarından yararlanıyor ama başlangıçta azot molekülünün ne kadar olduğunu bilmediğimiz sürece bu fosil yaş tahminlerinin standart hatası kendinden yüksek çıkmaya devam edecek görünüyor.
Sonuç Yerine
Hayatın yeryüzünde ilk tezahürü tek bir olay olarak mı yoksa aynı fenomenin tekerrürleri olarak aynı anda birçok defa mı oldu? Yoksa her canlı türü ayrı zamanda ve birbirinden müstakil olarak mı tezahür etti?
Bu gibi sorular deneysel olarak test edilebilir değildir. Geriye akli, delillere dayanarak mantık yürütmek kalıyor. Tabii olarak bu durumda da insan kolayca kendi inancının etkisi altında düşünecektir. Gerçi deneysel olarak test edilebilir fenomende de insanın inancından bağımsız düşünmesi kolay değildir. Onun için hocam Prof. Dr. Tahsin Kesici evrim konusunda “Evrim konusu tek başına bilimin konusu olmadığı gibi, tek başına dinin de konusu değildir. İkisini de iyi bilenlerin işidir” derdi. Kulakları çınlasın.
Aslında yeryüzündeki, kâinattaki her olayın ve her oluşumun Allah’ın tasarrufuyla olduğunu kabul ettikten sonra mesele kalmıyor. Saf suyun 100oC’ta kaynadığını bilmemiz, onu Sahib-i Kudretin tasarrufundan çıkarmaz. Bunun gibi bazı olguların sırf evrim konusunda tartışılıyor diye, Kadir-i Mutlak’ın yaratma fiili dışında mütalaa edilmesi söz konusu olmamalıdır. O zaman bir Müslüman için insanın evrim sonucunda ortaya çıkmış olması da Hazreti Adem’den türemiş olması da mümkündür. Evrimin ispatlanması Müslümanın inancında bir sarsıntıya sebep olmaz; yanlışlanması da bir şey kazandırmaz.
İslâm düşüncesinde konu ilgili görüşler 10. Miladi asırda tartışılmaya başlanmıştır (Kavuncu 1990). İlk zamanlar evren için, “Kendiliğinden oldu. Allah yoktan yarattı. Allah kendinden bir suret olarak yarattı” gibi görüşler tartışılmış, sonunda kelamcıların “Allah yoktan yarattı” düşüncesi Maturidi’de ifadesini bularak genel kabul görmüştür.
Evrimle ilgili görüşler Darwin’den çok önce İslâm düşünce tarihinde ortaya atılmıştır. Meselâ Darwin’in kitabından yüz seneden daha uzun zaman önce yazılmış olan Marifet Name’de İbrahim Hakkı Hazretleri, varlığın dört tabaka olduğunu bu tabakalar arasında mutavassıt varlıklar olduğunu söyler. İbrahim Hakkı’ya göre, hayvan tabakasıyla İnsan tabakası arasındaki aracı maymundur. Şüphesiz İbrahim Hakkı da bu görüşleri kendinden önceki İslam kaynaklarından aktarmıştır.
Sırf İslâm düşünce tarihinde var diye evrim teorisini doğru kabul etmek ilmi bir yaklaşım olmaz. Evrim teorisinin ispatına çalışanlar işin zorluğunu fark ediyorlar. Bu konuda Darwin’in kitabını eleştiren Akyürek (2013) konuyu etraflıca tartışmaktadır.
Batıdaki çalışmaların ortaya koyduğu bilimsel sonuçlardan elbette yararlanmalıyız. Zira batının bugün ulaştığı seviyeyi inkâr mümkün değildir. Esasen batının bugünkü seviyesi, yani insanoğlunun sahip olduğu bilgi birikimi, daha önceki medeniyetlerin katkılarıyla oluşmuştur. Batının bugünkü bulguları da kendinden önceki birikime şüphesiz çok kıymetli ilaveler yapmaktadır. Sekiz dokuzuncu asırlardan başlayarak Yunan klasiklerindeki bilgileri İslâm düşüncesi nasıl kullandıysa, on altınca asırda İslâm medeniyetinin eseri olan bilgileri batı nasıl kullandıysa, biz de bugünkü batı medeniyetinin eseri olan bilgileri kullanabiliriz, kullanmalıyız. Bu bilgileri kendi düşünce geleneğimiz istikametinde değerlendirebilirsek beşeriyetin hayrına geliştirme şansımız olacaktır.
Biyoinformatik yöntemler geliştikçe, bazı soruları cevaplama imkânı artmaktadır. Ribozimlerin bulunması, hayatın birkaç nükleotidden müteşekkil küçük bir RNA molekülü olarak başladığına dair hipotezlerin ortaya atılmasına yol açmıştır. Yine katalitik enzimlerin regülatör genleri aktive etmesi veya engellemesinden hareketle, RNA’dan önce teşekkül etmiş veya meteorlarla gelmiş protein formunda organik maddelerin hayatın başlangıcını katalize ettiği görüşlerine literatürde rastlanmaktadır. Ancak bütün bu gözlemlerin hayatın başlangıcına dair hipotezlere dayanak olarak kullanılması spekülatif olmaktan öte bir değer taşımamaktadır.
Ancak bu bilgiler, bilgileri dayanak yapan hipotezlerden daha kıymetlidir. Çünkü bunlar hayatın başlangıcını izah etmeye yetmese bile, canlılığın mekanizmalarını açıklamaya çok ciddi katkıda bulunmaktadırlar. Genlerin fenotipik tezahürünün regülasyonu, gelişmenin çeşitli evrelerinde hangi genlerin ve nasıl eyleme geçtiği hala gizemini koruyan konulardır. Biyoinformatik çalışmalar sayesinde organik moleküllerin faaliyetini anladıkça gelişme genetiğine ilişkin bilgilerimizde ciddi ilerleme kaydedilecektir.
Bütün bu bilgileri Allah’ın varlığına inkar delili ve kudretine alternatif olarak benimsemek ve algılamak, hem ateistlerin hem de dindarların yanılgısıdır. Allah’a inanan bir Müslüman için bütün bunlar Allah’ın kudretinin nasıl tecelli ettiğini gösteren ayetlerdir. Zira Allah her şeyi sebebiyle halk eder.