Piyasalar

Fuat Sezgin'in Düşündürdükleri -2-

Punto:
Geçen haftaki yazımda Fuat Sezgin’in yaşadıklarından bir kesit sunmuş ve bu büyük bilim insanının yaşadıklarından yola çıkarak üniversitelerimizde görüş açıklamadaki isteksizlik (bazıları suskunluk diyor) konusuna değinmiştim… Sus/kun… Suskunluk bir sıfat olarak çok az konuşan veya sessiz anlamındadır. Susturmak ise susmasını sağlamak, susmasına sebep olmak; bastırmak olarak açıklanmaktadır (TDK). Bu tanımlamalardan Türk akademisyenleri az konuşan/yazan veya aldığı tepkiler nedeniyle söz söyle(ye)meyecek duruma mı gelmiştir? Elbette bu sorulara farklı cevaplar verilebilir. Akademisyenlerin isteksizliklerinin nedenleri olarak; a) Akademisyenlerin tartışılan konularda görüşünün olmadığı... b) Akademisyenlerde nitelik eksiliği veya... c) Susturulmuş olabileceği gibi seçenekleri ileri sürebiliriz. Bu seçeneklerden akademisyenlerimizin görüşünün olmadığı veya niteliklerinin olmadığını iddia etmek pekte doğru değildir… Fuat Sezgin’in başına gelenler gibi kötü örneklerin bir daha yaşanmamasını temenni etmekle birlikte isteksizlik konusundaki anlama çabamıza devam edelim… Kötü örnekler… Mevcut durumu anlamak için geçmişte yaşanmış örneklerin iyi irdelenmesi gerekir. Çünkü bunların etkilerini günümüzde hâla hissedilmektedir. Farklı dönemlerde üniversitelerde zaman zaman çalkantılar yaşamıştır. Türk yükseköğretiminde 1933, 1960 ve 1980 büyük buhranlar; 1948, 1971 ve 1997 küçük buhranların yaşandığı yıllar olarak anılmaktadır… Üniversiteler üzerinde geçmişte yaşanan radikal uygulamaların ne boyutta olduğuna Darülfünun’un İstanbul Üniversitesine dönüştürülmesi sürecinde yaşananlar tam ibretliktir. Darülfünun’dan 1933 yılında 260 akademisyenin 157’inin üniversiteyle ilişkisi kesilmiştir. Bu ilişki kesilmelerinden devlet ideolojisine bağlılık esas alındığı iddia edilmektedir (bk. T.M. Hatipoğlu, 2015, Üniversite Üzerine Dertleşi, Selvi Yayınları Ankara). Elbette başka örnekler de vardır: İncelememiz çerçevesinde Cumhuriyetin ilk rektörünün akıbeti de dikkat çekicidir. Cumhuriyetin ilk rektörü olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’dur. Baltacıoğlu 1923-1925 yılları arasında Darülfünun’un Emini (üniversite rektörü) olarak seçilmişti. İlk rektörün 1933’te Darülfünun kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesi açıldıktan sonra kurumu ile ilişkisi kesildi. Ancak, 1942 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne profesör olarak atandı… Devri sabık yaratmak Baltacıoğlu örneğindeki gibi üzülerek söyleyelim ki tek değildir… Bu konuya devam etmeden bazı eski rektör arkadaşlarımın bir iddiasını paylaşmak isterim: Günümüzde de rektörlük görevini tamamlamış bazı arkadaşlar dert yanmaktalar. Yerlerine gelen rektörler kurumsal yapıyı güçlendirmek yerine “devri sabık” yaratmakla meşguller. Yani kendinden önce yapılan edilenleri görmezden gelmekteler, olumlu hizmetlerin peşine düşmemekte; hatta önceki rektörle ilgili negatif algı/icraat peşindeler. Bu rektöre sahip bir üniversite ne kadar kurumsallaşabilir? Ümit ederim ki bunlar iddia olsun! Gür/üz… Her neyse geçmişte yaşanan kötü örneklere tekrar dönelim… Bir başka örnekte, Şevkiye İnalcık’ın durumudur. Kendisi meşhur tarihçi Halil İnalcık’ın eşidir. O da 1960’da üniversiteden atılan 147’likler arasındadır. Atılma gerekçesinde “irticacı” olmak vardır. Sonradan memuriyete iade edilerek Beyrut’a görevlendirilmiştir… Üniversitede akademisyenler irtica/komünizm tehdidi var (!) diye az mı baskı gördü? Bunlar geçmişte yaşanmış kötü örneklerdir… Üniversitelerimizden gür bir ses çıkmamaktadır. TDK Büyük Sözlükte “gür” karşılığı arasında gürüz, kesilmiş ağacın sürgünü verilmiştir. Gürüz karşılığı olarak da “kambur ve palavra da” sayılmaktadır. İşte geçmişte üniversitelerde yaşanılan aşırı budamalar (gürüzlemeler diye de okuyabilirsiniz) irdelenirse üniversitelerde bugün ortaya çıkan tutum (isteksizlik diyelim) daha iyi anlaşılabilir… Son söz: İnsan öğrenen bir varlıktır; ümitle ve iyi niyetle geçmişin olumsuzluklarını silmek mümkündür…