Rubil GÖKDEMİR
Punto:
Dinle
NASIL BİR EKONOMİK TABLOYLA KARŞI KARŞIYAYIZ ?
Ekonomik krizden nasıl çıkarız sorusunun, siyasi ve hukuki ön şartları arasında bulunan, özetle; demokratik hukuk devletinin bütün kurum ve kurallarını tesis etmeden bir çözüm yolumuz olmadığını izah ettikten sonra, içinde bulunduğumuz krize dayanak olarak göstereceğimiz temel verileri ve rakamları da ortaya koymak zorundayız.
Rakamlara ve 17 yıllık hikayeye geçmeden tekrar etmek zorundayım ki; hukuk devleti ve demokratik sistem ihtiyacımız sadece siyasi olarak veya kişisel hâk ve hürriyetlerimizin teminatı olmanın ötesinde, ekonomik faaliyetlerin kurallı yürümesi ve hem şirketler için hem de milli ekonominin daha verimli çalışmasının ön şartıdır.
Sınırlı kaynakların en verimli şekilde kullanılması ve yüksek katma değer üretilmesinin yolu; demokratik bir siyasi sistemin, hukuk devletinin ve rasyonel kurumsallaşma düzeyinin artırılmasından geçmektedir. Aksi bir durumda ise kuralsız, rekabetsiz ve dolayısıyla verimli olmayan, yolsuzluğa ve israfa batmış bir ekonomik alt yapının içinde bulunuyoruz demektir. Biz bu sistemin adına YANAŞMA DÜZENİ diyoruz.
Bu anlamda mevcut siyasetin gerçekleri ve muktedirlerin iktidarı paylaşmak istemeyeceği yönündeki tespitlerim doğrultusunda, yeni bir çıkış yolu aramanın arefesinde, artık içinde bulunduğumuz ekonomik tabloyu incelemeye başlayabiliriz.
Daha öncede tekrar ettiğimiz üzere Türkiye yaklaşık 35 yıldır ekonomik büyüklük olarak Dünyanın ilk 20 ülkesi arasında bulunmakta olup, kişi başına gelir sıralamasında ise 70-80 arasında bir sıralamaya sahiptir. Esas itibariyle kalkınmasını kendi sınırlı kaynaklarıyla sağlamaya çalışan, yabancı kaynaklara başvurduğunda da sık sık döviz problemi ve ödemeler dengesi problemiyle karşılaşmış bir ülkedir.
2001 krizi de bu sebeplerle ortaya çıkmış ve K.Derviş'in hazırladığı "ekonomik istikrar programıyla" 2007-2008 yılına kadar bu denklemi bozmadan gelmiş bir ülkedir. Mevcut iktidar da bu tarihlere kadar bilhassa "para ve maliye politikaları" bakımından K.Derviş'in bu programına uymuş, bütçe disiplinine sıkı sıkıya sahip çıkmış, ağırlıklı olarak yatırımları da yerli ve bütçe kaynaklarıyla finanse etmeye çalışmıştır.
Tespitlerimize ve biraz sonra vereceğim rakamlara göre, asıl hikaye ise "bizi teğet geçtiği" söylenen 2008-2009 Global krizinden hemen sonra hem ABD Merkez Bankası (FED) hem de Avrupa Merkez Bankası'nın faiz indirme kararlarıyla başladı. Ekonomik durgunluktan çıkmak üzere bu merkez bankalarının para basmaları ve faizleri de bazı ekonomistlerin iddialarına göre "insanlık tarihinin" en düşük seviyesine düşürmeleri sebebiyle, Türkiye'nin bugün karşılaştığı ekonomik serüven de başlamış oldu. Örnek vermek gerekirse FED Dünyada dolaşımda bulunan ($) para miktarını 800 milyar $'dan 4,2 Trilyon $'a çıkardı.
İşte böyle bir ortamda herkes hatırlayacaktır, yurt dışından $ cinsinden %3,14'le ve içeride de TL cinsinden %4,76 faiz oranıyla borçlanma imkanına kavuşmuştuk. (Şimdi bu oranlar sırasıyla %7,68 ve %20'ler civarında.)
Hikayenin eksik kalmaması için, diğer boyutları da hatırlatmamız lazım, 2008-2009 yıllarındaki ekonomik kriz sebebiyle, Türk ekonomisi 2009 yılında -%9,2 oranında küçüldü, işsizlik %14'e çıktı ve AKP 2009 seçimlerinde oy kaybederek %38'e düştü. Yine 2010 yılında gerçekleşen 12 Eylül referandumu ile de iktidarın temel iddiası olan "askeri ve yargı vesayeti"nden kurtulunmuş olarak, her türlü hukuki denetimden çıkılarak ve sınırlı iç kaynaklara mahkum olmadan "engin denizlere" açılma fırsatı yakalanmış oldu..
Düşünebiliyor musunuz, kendi bütçe kaynaklarımızla yapılmış ve propagandanın gücüyle efsane haline getirilmiş yaklaşık 22.000 km'lik "duble yollara" bile hepi topu 26 milyar $ harcanmış iken, "düşük kur ve faizle" yüz milyarlarca $'lık ucuz kaynağa ulaşma imkanı ortaya çıkmıştı. Yani hepi topu 70 milyar $'a sıkışmış ve nihayetinde tamamı tükenmiş bulunan "özelleştirme" gelirlerine de artık mahkum olmak zorunda değildik. Çok sayıda TELEKOM'umuz olsaydı güzel olurdu ama ne yapalım, bir tane vardı onu da sattık işte...(Sahi Telekom'daki 4,6 milyar $'lık hikaye ne oldu acaba?)
Türk toplumunun refahtan daha çok pay alma, daha fazla konfor içinde yaşama arzusuyla, iktidar sahiplerini de birlikte memnun edecek formül bulunmuştu. Siyaset sınıfının eline geçirdiği iktidarın tadını çıkarmak istemesi ve halkımızın bu taleplerinin de aynı zaman diliminde üst üste gelmesi şeklindeki "sosyal psikolojik" unsuru vurgulamadan, vereceğimiz rakamların önemini tam anlatamazdık.
* 2002 yılında ülkemizde hane halkları sınırlı gelirleri sebebiyle bankacılık sisteminden "tüketici" kredileri olarak sadece 6,5 milyar TL kredi kullanabilmiş iken, bugün itibariyle hane halklarının borçları 590 milyar TL civarındadır.
* 2002 Yılında hane halklarının elde ettiği gelir üzerinden "tasarruf oranı", GSYH'nın %23,5'u iken şimdi bu oran, tüketimi teşvik sebebiyle %11 civarına inmiştir.
Bu vesileyle vurgulamak zorundayım, bir ekonominin sağlamlığının göstergelerinden birisi de güçlü bir iç pazara sahip olmasıdır. Harcama ve tüketim karşıtlığı sebebiyle bu verileri paylaşmıyorum. İç pazarın güçlü olması için halkınızın düzenli ve güvenli bir gelir kaynağına sahip olması gerekir.
* Son 20 yılda sık sık değiştirerek daha üst modellerine sahip olduğumuz sadece akıllı cep telefonlarına ithalat yoluyla 53 milyar $ harcamışız
* Büyük şehirlerin her semtinde mantar gibi çıkan AVM'lere de 55 milyar $ harcayarak, kışın sıcak, yazın serin bir ortamda ve %70'i yabancı markalara ait mağazalarda rahat rahat harcama yaparak yıllarca yaşadığımız mahrumiyetin hıncını çıkarabilecektik.
* Nasıl olsa bankalarımız da ucuza buldukları bu kaynakları dağıtmak için hepimize 5'er 10'ar kredi kartı dağıtarak, bizi bu kategoride Avrupa'da birincilik sırasına çıkarmışlardı. Merak etmeyin, kişi başına kredi kartı sayısında Dünyada da 4.sıradayız.
* Siyasilerimize gelecek olursak; Türkiye bütçesinin yılladır ($) bazında 160 milyar $ olduğunu ve bu bütçeninde en fazla %10'unu yatırımlara ayırabildiğimizi bilenler için yazıyorum. Bu kadar sınırlı kaynakla irili ufaklı binlerce projeyle hiç uğraşılabilir mi? Falanca köyün "içme suyu" işinden tutun da, filanca kasabadaki "sağlık ocağı" veya okul işlerine kadar, bu projeleri takip etmeye can mı dayanır ?
* Hemen fiyakalı ve "mega" projeler için "yeni ve alternatif finansman modelleri" adı altında bir model geliştirmeliyiz...Nitekim geçen ay açıklandı Yap İşlet Devret, Kamu-Özel Sektör İşbirliği adı altında, hazine ve gelir garantili 146 milyar $'lık sözleşmeler imzalamışız.
Nasıl olsa "Almanya'yı bile kıskandıracak" bu projelerle yaklaşık 200 yıllık tarihimizde geri çekilmenin "travmasını" yaşayan milletimiz, bu gururla hem sessizce bu projelerin bedelini 20-30 yıl boyunca ödeyecek hem de "düveli muazzamaya"da haddini bildirmiş olmanın hazzını yaşayacaktı.
* Bu projeleri yapan 5 şirketimizde Dünyanın kamudan en çok iş alan ilk on firması arasına girmiş olacaklardı. Bir düşünün, bu sıralamada olmak bizler için bir gurur vesilesi değil midir?
* Yine yaklaşık 150 milyar $ harcayarak, plazalarda, lüks sitelerde oturmayı bizim halkımız hak etmiyor mu? Bu talebin de yerine getirilmesi gerekmiyor muydu?
* Büyüyen ve gelişen Yeni Türkiye'nin çok elektriğe ihtiyacı olacaktı, 70 milyar $ dolar kredi kullanarak ve çoğuna satın alma garantisi vererek, ancak yarısını kullanabildiğimiz 94.000 MW kurulu güce ulaşan yatırımlar yapmasa mıydık yani?
Türk milletinin özelliklerini bütün yönleriyle tanıyan ve milletin maddi veya manevi bu haklı taleplerini bir hipnozcu ustalığıyla kullanan bu politikaların sonucu olarak ve büyük resmi önümüze koyarak makro ölçekli rakamlara gelecek olursak;
* Türkiye olarak 2003 - Mayıs 2019 arası dönemde, yani 16 yılda tam olarak 4 TRİLYON 934 MİLYAR $'lık İTHALAT yapmışız. Bu miktarın yaklaşık %71'i "ham madde ve ara mallar"dan oluşuyor. Bizim imalatçılar, düşük kur ve ucuz döviz kredisi sebebiyle "ara mal" üretimini bırakmış inşaatçılığa soyunmuş olduğundan, bu oran yıllarca istikrar kazanmış durumdadır... (Damat Bakanımız 17 yıl sonra geçen ay açıkladığı "İVME" paketiyle bu kesime 30 milyar TL ucuz kredi sağlayarak, bu problemi halledeceğini zannediyor !)
Yine bu miktarda toplam ithalatın %14,5'unu da makine-techizat anlamında "yatırım mallarından" oluşuyor. Keşke bu miktar daha fazla olsa, yatırım mallarının payı da %25-30 arasında olsaymış.
Geri kalan %12,5'luk ithalatımız da "nihai tüketim mallarından" oluşuyor. Yani halkımızı daha konforlu yaşatalım, dünya markalarını kullanmanın keyfini hissetsinler diye tam tamına 616 MİLYAR 751 MİLYON $'lık tüketim malları ithalatı yapmışız.
* Biz toplum olarak bu şekilde çılgınlar gibi tüketmeye, harcamaya devam ederken, tabi ki herkes mutlu...Devlet bu ithalat yoluyla yıllık bütçe gelirlerinin yaklaşık %40'lık bölümünü oluşturan ve gümrükte peşin peşin tahsil edilen KDV ve gümrük vergileriyle sağlam bir kaynağa sahip oluyor. Piyasalar çok canlı, herkes satın alıyor, herkes harcıyor... İthalatçı kazanıyor, komisyoncu kazanıyor, bankalar kazanıyor, AVM'ler kazanıyor, acentalar ve mağazalar kazanıyor. Hizmet sektörünün GSYH içindeki payı her geçen yıl artıyor. 2002 yılında % 53 olan hizmetler sektörü oranını, %60'a çıkarmış, "köylülük" demek olan tarımın payını ise %10,3'den, %5,8'e düşürmüşüz, ne gam...Herkes harcıyor, herkes mutlu...
* Yaptığımız ithalatın içinde bulunan "ham madde ve ara mallara" dayalı üretim modeliyle hem kendi hane halklarımızın taleplerini yerine getirmiş, hem de artan kısmıyla İHRACAT yapmışız.
* 17 yıl içinde yaptığımız İTHALATLA, İHRACAT arasında tam tamına 1 TRİLYON 22 MİLYAR $'lık "dış ticaret açığı" vermişiz. Neyse ki, turizm gelirleri, doğrudan yabancı yatırımlar gibi kalemlerden elde ettiğimiz dövizlerle 17 yıllık toplam CARİ AÇIĞIMIZI 575,3 MİLYAR $'a indirme başarısını göstermişiz !..
Daha iyi anlaşılsın ve mukayese edilsin diye bir bilgi daha verelim; sadece 2017 yılındaki cari açığımız tam 52 yıllık cari açığımızın toplamı kadar olmuş.
Şimdi krizden çıkmak için bu miktarların %10'u kadar bir kaynak bulabilmek için IMF'ye gidelim mi diye tartışıyoruz...
(Özür, bu bölüm çok uzamış... DEVAM EDECEK...)
Selamlarımla
Rubil GÖKDEMİR