Emrullah ÖNALAN
Punto:
Dinle
I- Anayasalar ve Tarihî Bir Tahlil
Albert EINSTEIN, 1879’da Almanya’da doğdu, Almanya’daki iç huzursuzluklardan ailesiyle göç etti ve 1955’te ABD’de bu hayata veda etti.
Bütün dünyanın tanıdığı bu meşhur fizikçi, birçok konuda araştırma yaptı, teoriler üretti, nice fikir serdetti. 1921’de Nobel Fizik Ödülü’nü aldı.
Meşhur fizikçinin “kuantum dolaşıklık” teorisine göre, iki veya daha fazla atom-altı parçacık, birbirlerine olan fizikî uzaklıklarından bağımsız olarak ve aynı zaman dilimi içinde, birbirine zıt şekilde hareket ederek etkileşir, bir denge hali içinde birbiriyle haberleşir.
Aslında bu “Derin Kainatın” farklılıkların uyumu diğer bir bakışla demokratik davranışlarının bir denge içerisinde var oluşunun fizik ilmi ile keşfinden başka bir şey değildi…
Etkileşime giren iki parçacık, aralarında milyonlarca kilometre de olsa aynı anda, fakat ters yönde hareket eder: Birisi saat yönünde dönerse, diğeri aynı anda ama saat yönünün tersine hareket eder.
Einstein, tezatların bu müsademesini (mücadelesini) kendi ifadesiyle oldukça “ürkütücü” buldu.
Gerçekte, hayata dair hadiseler de benzer şekilde cereyan etmiyor mu?
El-hak, aynı şekilde deveran ediyor.
Her hareket, her düşünce bir mantık dahilinde doğmakta, karşıtlarıyla mücadele etmektedir: Meşhur ifadesiyle, “diyalektik mantık” işlemekte ve netice olarak bir denge durumuna varmaktadır.
Tabiattaki hayat da böyle değil mi? Yaşayan bütün canlıların hayatı birbirine bağlıdır. Bir canlı türünün yok olması, ona bağlı olarak yaşayan birçok canlının hayatını olumsuz etkiler. Tabiattaki hayatlar, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Zincirin bir tek halkası bile kopsa, ilişkiler kopar, o canlı türünün hayatı tehlikeye girer.
İşte bir devletin, bir toplumun hayatı da tıpkı canlılar arasındaki bu bağımlılık ve mücadele gibi benzer özellikleri taşımakta ve benzer karakterde kendini aşikâr etmektedir.
Toplumların ve devletlerin hayatındaki Anayasaların hazırlık süreci de toplum ve devlet hayatındaki bağımlılık ve mücadelenin, Einstein’in ifadesiyle “dolaşıklığın” sürecidir.
Ancak bu “dolaşıklık” zaman zaman oldukça “ürkütücü” bir hale de bürünmektedir.
Dinî kitapların, kendi dönemlerinin gerekliliği içinde ortaya çıkmış birer “anayasa kitabı” oldukları fikri epey taraftar toplamaktadır.
İçlerinde ahlak, hukuk, adalet, insan hakları, … yönünden çok kıymetli bilgiler bulunduğu cümlenin malumudur.
Bu kitapların kendi dönemleri ve ortaya çıkış tarihileri düşünüldüğünde; “yazılı” ve “anlaşılır” ilk anayasalar olmaları oldukça önemlidir.
M.Ö. 3000 yıllarında Hz. Nuh Peygamber ile birlikte uygarlık, “mübadele dönemi” özellikleri ile dikkat çekmiş; M.Ö. 2000’li yıllara isabet eden Hz. İbrahim Peygamber devri, “ikinci uygarlık dönemi” olmuştur.
Hz. Musa ve Hz. Davut döneminde, M.Ö. 1000’li yıllarda, “İbrani uygarlığı” doğmuş ve gelişmiş; Hz. İsa Peygamber devri ile birlikte bu dönem “milat” ile nihayet bulmuştur.
Malum olduğu üzere, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) vesilesiyle M.S. 6. asırda da “Kur’an uygarlığı” parlamaya başlamıştır.
İslam tarihinde ilk yazılı anayasa; Hz. Peygamber (sav), Medine’ye varır varmaz hayat bulmuştu.
Hz. Peygamber, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan, barış içinde yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmuştu.
“Medine Vesikası”, 47 maddelik bir metin olmakla beraber, muhteva bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözme istidadında olan bir sözleşme idi.
***
Türk tarihinde, “Türk” ismiyle kurulan ilk imparatorluk olan Göktürk İmparatorluğu’nun kuruluş ve işleyiş hukukunun yanısıra hem Orhun Abideleri hem de Yusuf Has Hacib’in 1070 yılında kaleme aldığı meşhur kitabı Kutadgu Bilig topluma ve liderlere yol tayin eden çok kıymetli yazılı metinlerdir.
Modern anlamda, Türk tarihinin ilk resmi yazılı anayasası, 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe girdi. “Kanun-i Esasi” (Temel Kanun) adını taşıyan bu anayasa, halk iradesine dayalı bir hareketin sonucu olarak değil, “Genç Osmanlılar” adı verilen ve aydınların padişah üzerinde yaptıkları oldukça güçlü bir etki altında hazırlanmıştı.
Osmanlı Devleti’nin ilk ve 1921 Anayasası sayılmazsa son anayasası, 1878’de II. Abdülhamit tarafından askıya alınmış, 24 Temmuz 1908 ihtilali sonucunda yeniden yürürlüğe girmiştir.
1876 Kanun-i Esasi’si bağımsız bir İslam ülkesinde yürürlüğe giren Batılı anlamda ilk yazılı anayasadır.
(1866’da tevcih edilen “Mısır Fermanı”, modern bir anayasa niteliğinde olduğu halde, Mısır bu tarihte teorik olarak bir Osmanlı vilayeti olduğu için Osmanlı padişahı adına yayınlanmıştır.)
Dünya tarihinde ise, milletlerin tarih sahnesindeki inişli çıkışlı güç ve medeniyet izleri dikkat çekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde; Fransız eksenli “laiklik anlayışı” ile tarihî hafızasını her çağa göre ihya edebilen İngiliz eksenli “seküler anlayış” yazısız medeniyet anayasalarıyla dikkat çekmektedir.
Bu noktada mühim olan bir tarihî gerçek şudur: Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin, biz dahil mağlupların anayasal yapılanmaları üzerinde açık etkileri olmuştur.
Bu etki bizde “dayatmacı laiklik” ve yer altı kaynaklarının kullanımı vs hususlarda fark edilmiştir. Diğer mağluplar Japonya ve Almanya gibi ülkelerde ise, “silah üretimi” ve “ordu düzeni” konusundaki 100 yıl tahditleri (sınırlamaları) ısrarla pazarlık konusu yapılmıştır.
Bugün maalesef ülke olarak galiplerin, mağluplar üzerine koyduğu 100 yıllık ipoteğin son çeyreğinde hâlâ debelenmeye devam etmekteyiz.
Devlet içerisindeki bir kısım otoriter zihniyet sahipleri, halk çoğunluğunu “gütme” yolunda, toplumu “kontrollü kavga halinde” bir ruh haleti içinde tutmaktadır.
Ülkemizin demokrasi tarihinde Menderes ve Demokrat Parti, Özal ve Anavatan iktidarı, ardından “millî vicdan”ın tesisi yolunda kaybettiğimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun düşünce ve fikir dünyasından istifade ederek “insanı merkeze alan” bir demokrasi anlayışını esas kabul eden yeni bir anayasa yapmak mecburiyetindeyiz.
II- Anayasasız İmparatorluk’tan Anayasalı Cumhuriyet’e Geçiş
“Çokluk içerisinde birlik” anlayışı ile hareket eden bu millet, Cihan İmparatorluğu’nun küllerinden dahi bir cumhuriyet kurabilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı galiplerinin dayatması ve onlara taşeronluk yapan lafta Batıcı-ilerici, gerçekte otoriter hizipler, Osmanlı’dan rövanş alan bir devlet anlayışıyla (özellikle İnönü ve anlayış adaşları), “halk” ile “devlet” in, cumhuriyet olabilmesini büyük ölçüde engellemiştir.
Cumhuriyet’in, Osmanlı’nın bir yavrusu olduğunu, alim (ilim sahibi) ile devlet (Nizamul Mülk ile Gazali, Edebali ile Osman Gazi) arasındaki mana derinliğini anlayamayan hafızası kopukların Erzurum Kongresi’ni, Sivas Kongresi’ni anlamaları beklenemezdi zaten.
Anayasa’yı, devletin milletten korunacağı bir zırh gibi gören anlayışlar zamanla saygısı olmayan bir sevgi ile milleti malı gibi, eşyası gibi görme gafletine ve şuursuz hainliğine düşmüşlerdir.
III- Anayasa Değişim ve Demokratik Gelişim Sürecinde İhtiyaç Olunacak Anlayış
Kronik hastalığımız olan “Bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltme” yada “Unuttuğunu Unutma” gafletine asla düşmemeliyiz.
Demokrasinin olmazsa olmazı çok sesliliği, notası olmayan çok enstrümanla, çok sesli müzik garabetine düşürmeden, çok sesliliğin ancak önceden yazılmış notalar eşliğinde bir ahenk ortaya koyacağının bilincinde olmalıyız.
Soyut devlet varlığının gölgesinde kasıt veya hata yapan devlet adamlarına kızgınlığımızın gafletine düşürmek isteyen devlet düşmanlarına karşı uyanık, dirayetli olmalı ve millî vicdanı asla yaralanmamalıyız.
Anayasa değişikliği sürecinin, aynı zamanda toplumda bir “zihniyet değişimi süreci” ni de beraberinde getirmesi için bütün sivil toplum örgütleriyle beraber özel çaba harcamalıyız.
Osmanlı’nın son 200 yılı, ister 90 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca “Devletçilik-Ulusalcılık” (ruhu alınmış Türkçülük) adı altında İslam düşmanlığı veya “Osmanlıcılık-İslamcılık” adı altında Türk ve Devlet düşmanlığı yapan “pirinç içerisindeki beyaz taşlara” karşı sonsuz şuur sahibi olmalıyız.
İster ideolojik, ister inanç eksenli sebeplerle anayasa değişim sürecinde taraf olanlar “Bir ülkede uygulanan hakim ekonomik politikanın, önce kendi modeli insanı şekillendirdiği sonra da ona göre devlet modeli oluşturduğu” gerçeğinin idrakinde olmalıyız.
IV- Demokrasi Hukuku ile Medeniyet Anayasası Yapmalıyız
Türkiye Cumhuriyeti’nin hafıza damarları;
Anadolu’dan Kafkasya’ya, Kafkasya’dan Doğu Türkistan’a...
Anadolu’dan Kerkük’e, Kerkük’ten Medine’ye...
Anadolu’dan Hazar’a, Hazar’dan Bahçesaray’a...
Anadolu’dan Makedonya’ya, Makedonya’dan Viyana’ya kadar uzandığının şuuru ile yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” anlayışı ile “insandan yana”, “insanı merkeze koyan” bir düşünceye rehberlik ile toplumsal zihniyet değişiniminde tesis etmeliyiz.
Anayasamız, Mustafa Kemal’in “muasır medeniyeti yolunda” toplumsal bir kaldıraç görevi yapmayı vazgeçilmez bir ilke saymalıdır.
Hem yazılı anayasamız hem de kültürel anayasamız; “ilim ile iman”, “ilim ile ideolojiler” arasındaki örülmüş duvarları yıkabilecek bir anlayışla yapılanmalıdır.
Otorite sahipleri, vatandaşı malı gibi, eşyası gibi görme hastalığından kurtulmalıdır.
Siyaset kurumu, milletvekillerini adeta birer “biyolojik makine” gibi görme illetini tedavi ettirmelidir.
Yeni anayasa, Einstein’in “kuantum dolaşıklığı”nda olduğu gibi bir denge haliyle hazırlanmalıdır. Bütün bunlar “Demokrasinin Notalarının Kainatın Yaratılışında Saklı Olduğu” ve fikirlerin diyalektiği ile hakikat güneşinin parlamasıyla buhran içindeki insanlık alemine yeni bir “medeniyet demokrasisi” armağan edebileceğimizin güçlü işaretleridir.
Hem devlet yönetim yapılanmasında, hem siyaset kurumunun anlayış ve resmi yapılanmasında, hem de toplumsal medeniyet algısının oluşturulmasında:
-İlimden verim elde etmeyi esas alan,
-İlmin-ahlakın insanda şahsiyet bulmasını eğitim-öğretim alanında gaye edinen,
-Sosyal adaletçi, verimliği esas alan yaklaşımları ile insanı ve özelikle de çalışkan insanı yücelten bir görev üstlenmelidir.
Unutulmamalıdır ki, müsademe-i efkârdan bârika-i hakikat “Milli Vicdan” doğar!