ÇALIK KÖYÜNDEN DİYAR-I MENTEŞE’YE.
MUSTAFA ÇALIK MUĞLA’DA.
İnsan bir sevdiğinin ani vefat haberini alınca eli ayağı boşalıyor. Ne elimizden haberimiz
oluyor, ne ayağımızdan öyle anlarda. O duygu yoğunluğu bizi bizden öyle bir alıyor, öyle bir
savuruyor ki, saatler, belki günler sonra bulabiliyoruz kendimizi çoğu zaman.
Bir sürü yakınının, bir sürü seveninin işte bu hal üzere olduğu saatlerde onu çok yakından
tanımayan ama ömrünün yarım asra yakınını onun yazıp ulaştırdıklarıyla biçimlendiren biri
olarak sanıyorum benim bu fırsatı iyi değerlendirmem lazımdı. Üstelik sanıyorum onun üç bin
beş yüz civarında benim de şimdilik üç bin iki yüzü aşmış hafta sonlarımdan birisini de dolu
dolu kendisiyle beraber geçirmiş biri olarak izlenimlerimi kendimde bırakmamın da onun
sevenlerine büyük haksızlık olacağını düşündüm.
Vefatının üzerinden henüz sadece saatler geçmişti. Bedeni bile henüz toprağa ulaşmadan
önce yazıp belki de vefatı sonrası yazılacak yüzlerce yazı içerisinde de ilklerden olsun
istemiştim. Çünkü Muğla’da geçirdiği o hafta sonu onun az da olsa ilkleri yaşadığı bir hafta
sonu olmuştu ve onun bu ilklerine tanık olan biri olarak ben de onun hatırasına bir ilk
sunabilmeliydim.
Yine bir Aralık ayıydı. 12 Aralık 2009 tarihinde İl Özel İdare Salonunda yapılacak konferansı,
“1915’ de Ne oldu” başlığıyla duyurulmuştu. Saat 15.00 de başlayan konferansın saat en geç
17.00 de bitmesi bekleniyordu ama salon tıka basa dolu ve kürsüde de Mustafa Ağabey
olunca zamanın adı mı konurdu?
Saat 19.00 da biten konferansı pür dikkat dinlenmiş, takım elbiseyle başladığı sunumunu
ceketini çıkararak sürdürmüş ve yine de ter içinde tamamlamıştı.
Mustafa Çalık’ın doğduğu yer olan Gümüşhane’nin Çalık Köyü ülkemizin kuzey doğusunda ve
ülkemizin en güney batısında bulunan Muğla’ya uzaklığı da yaklaşık bin üç yüz elli kilometre
kadar. Yani yurdumuzda birbirine en uzak olan iki yerleşimlerden biri olarak
adlandırılabilecek bir mesafe.
Muğla Türkocağı olarak ağırlamıştık kendisini. Konakladığı Muğla Öğretmenevi’ nde
yaptığımız kahvaltı sırasında bu mesafeye dikkat çekerek, “Bizi bu rakımlar arası fark ve bu
mesafeler korkutur Efendim. Ancak kolumuzdan tutar, çeker sürüklerler bizi ancak öyle
geliriz bu taraflara. Sadece bir defa, o da uzun yıllar önce yine böyle çekip getirmişlerdi
Marmaris’e ve sanıyorum buradan da geçmemiş, uğramamıştık Muğla’ya” demişti.
Yine bir Aralık ayıydı. 12 Aralık 2009 Cumartesi sabahı, namazını öğretmenevine yakın olan
merkezdeki Kurşunlu Camii’nde kılmış ve namazdan sonra da çarşıda şöyle bir dolaşmış, açık
bir berber veya en azından berberi beklerken çay içebileceği bir kahve, çay ocağı bakmıştı.
Maalesef boşuna arandığını söyleyince de hepimiz gülmüştük. Ne de olsa güne geç başlayıp,
geç bitiren bir şehirdi yıllardır içinde yaşadığımız şehir.
O da Anadolu’nun yaklaşık her şehrini karış karış gezdiğini ve böylesi, esnafının bile geç
uyandığını gördüğü ilk şehrin Muğla olduğunu ifade etmişti.
Bu anlamda o gün rahmetli Mustafa Ağabey, sabahın ilk saatlerinde bir ilki yaşamış oluyordu
Muğla’da.
Sonra ilk kez geliyor olmasına karşın Muğla’nın kendisi özelinde çok büyük ve unutulmaz bir
öneme sahip olduğunu söyleyince pür dikkat kesilmiştik kahvaltıda. Çünkü ilk öğretmeni de
Muğla’ lıymış. Yani yine Muğla onun hayatında ona bir ilki daha yaşatmıştı yıllar öncesinde.
Gümüşhane’nin merkeze bağlı Çalık Köyü o yıllar Anadolu’nun birçok köyü gibi okullarının
uzun zaman öğretmen beklediği köylerdenmiş. Hiç öğretmen görmeden yıl çıkardıkları bile
olurmuş. Uzun bir bekleyişten sonra bir sabah okulun kapısında gördüğü genç bayanın
öğretmenleri olduğunu öğrendiğinde, diğer arkadaşları gibi çok sevinmiş. Genç öğretmenin
ilk görev yeriymiş burası ve köye bu yüzden babası ve henüz okul çağına girmemiş oğlan
kardeşiyle birlikte gelmişler. Babası birkaç gün sonra dönmüş ama üzerinde sarı lacivert
forması olan oğlan kardeşiyle öğretmen hanım yıllarca köyde kalmışlar ve onların ilk
öğretmeni olmuş Muğla’ lı Arzu Hanım.
“O günlerde hemen hepimiz öğretmenimizin Muğla isimli bir şehirden geldiğini öğrenince o
ilk atlaslarımızdan hemen Muğla’nın yerini bulmuş ve bize olan uzaklığını görüp bir çok
kereler rüyalarımıza sokmuştuk Muğla’yı.”
Daha birçok anısını anlatmıştı o yıllara ait ve onun oralara daldığını görünce ben de araya
girerek öğretmeninin soyadını da sorup öğrenmiştim. Sonra o masada bulunan diğer
arkadaşlarla sohbetine devam ederken usulca masadan kalkıp, odanın hemen dış tarafında o
saatte orada olmayan öğretmenevi müdürü Ömer Faruk Bey’i cep telefonundan arayıp, o soy
isimde bir öğretmeni veya emeklisini tanıyıp tanımadığını sormuştum. Aldığım cevabın
olumsuzluğu yıldırmamıştı ve ilde telefonunu bulduğum diğer ilçe öğretmenevi
müdürlerinden de birkaçını aramış ama sonuç alamamıştım. Ancak son aradığım Fethiye İlçe
Milli Eğitim’den eski bir yönetici arkadaş, bu soy ismin daha çok Datça taraflarından
olabileceği yönünde küçük bir de eklemede bulunmuştu.
Datça Öğretmenevi müdürünü tanımıyordum ama Datça’nın yerlilerinden olan, iyi
görüştüğüm bir diş hekimi arkadaşım vardı ve cumartesi sabahı bu kez onun telefonunu
çaldırarak böyle bir ismi bir de ona sormuştum. Evet, o soy isimde Datça’da epey nüfuzlu bir
aile varmış ama Arzu isminde bir tanıdıkları olup olmadıklarını bilmiyormuş arkadaş.
Öğrenmesi pek de zor olmayacaktı. Rica ettim ve kırmadı. Az sonra, sanıyorum on dakika
içinde, masaya gelip tekrar oturduğumda telefonumu çaldıranın bu diş hekimi arkadaş
olduğunu gördüğümde heyecanlanıp yine dışarı, kapı önüne çıktım konuşmak için. Arkadaş
yıllar önce emekli olup, İzmir’e yerleşen Arzu Hanımın telefon numarasını öğrenmiş ve bana
atmıştı.
Kahvaltı masasında ise Mustafa Çalık anlatmaya devam ediyordu. Her zamanki gibi anlatırken
yine yaşıyor, yine dalıp dalıp gidiyordu. Bu dalmaların birinde hemen araya girdim ve Arzu
Hanımın numarasını çevirdiğim telefonumu da kendisine uzatarak: “Ağabey, Arzu Öğretmen
telefonda” deyince nasıl şaşırmış, nasıl irkilmişti.
“Alo Öğretmenim Arzu….Hanımla mı görüşüyorum? Öğretmenim Gümüşhane Çalık Köyü
İlkokulu yıl 1963. Mustafa Çalık. Hatırladınız mı beni?” deyince aldığı cevap sonrası
gözlerinde birikiveren o yaşları nasıl unutabilirdim ki?
“Ben üniversiteydi, gençlikti derken ülkücü oldum, ülkücülüğü doya doya yaşadım ve uzun
yıllardan beri de inandığım değerler üzere yayın hayatını sürdürmeye çalıştığım bir dergini
yönetmenliğini yapıyorum sevgili Hocam. Anlayacağınız siz başlattınız, ben bırakmamaya
çalışıyor, halen okuyor, öğreniyor ve elimden geldiğince de yolunuzdan giderek öğretmeye
çalışıyorum. Bu numara benim değil ve ben bu arkadaşımdan numaranızı alıp size kendi
numaramı mesaj atacağım. Çok memnun oldum. Saygılar sunuyorum, hürmet ediyorum…”
cümleleriyle bitirmiş ve uzatmıştı telefonumu.
Sonra masaya dönerek gözlerini silmiş ve “Yıllar sonra bana nasıl bir sevinç, nasıl bir heyecan
yaşattınız. Allah razı olsun. Bu kadar uzun bir ayrılıktan sonra, ilk kez geldiğim Muğla’da,
onun memleketinde beni nasıl duygulandırdınız, unutamam” demişti.
Nitekim unutmadı da. Telefon görüşmelerimiz hiç kesilmedi. Hatta ilk kez aradığımda
kendimi tanıtmaya başlayınca, “Unutur muyum sizi hiç. Siz bana ilkleri yaşatan bir şehrin
çocuklarısınız. Sağ olun, var olun” diyen sesini ben de hiç unutamıyorum.
Hastalanıp tedaviye başladığı günlerde genelde sosyal medyadan takip ediyordum kendisini.
Bu yüzden çalan telefonumda ismini gördüğümde şaşırmış, sevinerek açmıştım. Bu süreçte
hastanın maneviyatının önemli olduğunu hatırlatarak tıbbi konuları bilmenin hekimlerin işi
olduğunu ama kendisinin moralinin iyi olduğunu ama yine de pılıyı pırtıyı toplayıp bir kenara
koyduklarını, emir hak vaki olduğunda geri durulmayacağından söz ederek kendisinin bütün
haklarını helal ettiğini, bizim de arkadaşlarımızın da üzerlerindeki haklarını helal etmelerini
istemişti.
Cümleler düğümlenmiş, susmuştum o helalliklerini isterken. Hatta “Namık Hoca nasıl, ne
yapıyor?” sorusunu bile geç duymuş, geç cevaplamıştım bu yüzden.
Son görüşmemiz olmuştu o görüşme ama umuyorum ki onun ebedi âlemindeki bu ilk
gecesinde o yine uzun bir süredir hasretini çektiği, izlerini sürdüğü sevdiklerine kavuşmanın
sevincini yaşıyordur.
Ruhun şad olsun Mustafa Ağabey!