Mustafa Toygar
Punto:
Dinle
Bu dünyadan bir Ozan Arif geldi-geçti
Hani Yunus Emre diyor ya: “Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi. Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi”
Ozan Arif’in kendisi de:
“Arif der ki bunca yıl, ay,
Geldi geçti vay dünya vay,
Yaşamaksa… yaşadım say,
Aha geldim gidiyorum…”
O bir yazısında; “Yiğit namıyla anılır” diyor ya, biz de Arif Şirin’i “Ozan Arif” olarak anacağız elbette.
Çileli bir ömür…
Aslında onun kendi özel hayatından kaynaklı derdi-tasası, çilesi yoktu. Ülkesinin, milletinin; dertlerini, sıkıntılarını dert edindiği, sırtlamaya kalkıştığı için çilekeş olmuştu.
Memleketinin, milletinin hali ruhunu kasıp-kavuruyordu, yine de dimdik mücadelesine korkusuzca devam ediyordu. Ancak beden varlığı gayrı 2016 yılının sonlarına doğru teklemeye başlamıştı.
2016 yılının sonuna doğru yemek borusunda çıkan habis tümör nedeniyle ameliyat oldu. Ameliyat başarılı geçmişti, her şey yolunda gözüküyordu. Almanya’daydı, bizim vakıfta (Selçuklu Vakfı) toplantı halindeydik, Vakıf Genel Başkanımız Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu telefonla iletişim kurdu ve vakfa davet etti. Arif ağabey çok iyi olduğunu, yakında Ankara’ya geleceğini ve vakfa ziyarette bulunacağını söylemişti.
Ancak bir ay evvel, birdenbire rahatsızlanıyordu. İki haftadır da Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Son birkaç gündür de durumu kötüleşmişti. 13 Şubat 2019 Çarşamba günü sabah saat 04:50 de Hakkın rahmetine kavuştu.
Ozan Arif, Samsun’un Terme ilçesinde 10.6.1949 yılında dünyaya gelir. Ailesi, Giresun ilinin Alucra ilçesinin Yükselen (Hapu) köyündendir. 1969-1970 öğretim yılında Perşembe İlköğretmen Okulu’ndan mezun olarak öğretmen olur.
1970-1979 yılları arasında, Samsun’un iki farklı köyünde öğretmenlik ve müdürlük yapar. Bu yıllarda, Ülkücü Hareketin faaliyetlerine de katılır. Hatta Samsun’da Ülkü-Bir’in Başkanlığını da yapar. Fakat daha çok Ankara’daki Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bağlantılı olarak faaliyetlerini yürütürdü.
Henüz ortaokul öğrencisiyken, Samsundaki bir toplantıya katılan Türkeş’i görmüş ve O’nu daha yakından takip etmeye, ettikçe de yakınlık duymaya başlamıştı. Nihayet Öğretmen okulundan mezun olduktan hemen sonra Ankara’ya giderek Türkeş ile ilk kez görüşme imkânı bulmuştu.
1970’li yılların devamında, Alparslan Türkeş ile olan yakınlığı o kadar artmıştı ki, kendi ifadesine göre “manevi evlat” konumuna kadar yükselen bir hal almıştı. Türkeş de zaten; “manevi oğlum” derdi.
Ozan Arif, 1979 yılında o devrin yöneticilerinin baskısı nedeniyle öğretmenlik mesleğinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir taraftan Ülkü Ocaklarındaki faaliyetleri, diğer taraftan dönemin Milli Eğitim Bakanlığının yanlış uygulamalarına karşı tepkileri öğretmenlik mesleğini daha fazla yürütmesine imkân vermemiştir. Mesela, o dönemin Milli Eğitim Bakanlığı bir tebliğ ile okulların duvarlarındaki Türk Büyüklerinin resimlerini indirme kararı almıştı. Ozan Arif okul müdürüdür ve bu tebliğe karşı Milli Eğitim Bakanlığına bir telgraf çeker; “Yavuz indi Fatih indi duvardan. Zararı yok devir sizin susalım. Ananızın hatırına binaen, izin verin Baltacıyı asalım.(Baltacı Mehmet Paşa)”
Arif Şirin’in ozanlığı:
Ozan Arif’i; sade bir ozan, sade bir şair hatta sade bir dava adamı olarak tanımlayamazsınız. Bunların hepsinden fazladır Ozan Arif. Ozanlığı Allah vergisi bir yetenektir herkese nasip olan bir şey değildir. Onun, Muhsin Yazıcıoğlu için söylediği sözler kendisi için de geçerlidir; “Kendini unutan adam” Elbette, kendini böylesine unutan adamları millet bin yıl geçse de unutmazlar.
Daha çocuk yıllarında bağlama sesine âşıktır. İlk bağlamasını ortaokul öğrencisi iken 1964 yılında harçlığını biriktirerek alır ve kendi kendine öğrenir. Yaz aylarında tarlada çalışırken türküler, deyişler söyler, şiirler yazar.
Ortaokulda bağlama çalarken okul müdürü görür ve “ozan” mahlasını verir.
Öğretmen okulunda iken edebiyat derslerine daha bir önem verir, kendini geliştirir.
Ozan Arif, Karadeniz’de yaşadığı yörede hayli yaygın olan irticalen türkü söyleme sanatı sayesinde çok meşhur oldu. Hatta eskiden destan satıcılarının Ozan Arif’e destanlar yazdırıp, daha sonra bunları bastırarak dağıtmaları sebebiyle, yörede ismi çok duyulan bir âşık olmuştur.
Özellikle öğretmen okulunu bitirdikten sonra, sosyal faaliyetlerde de bağlama çalıp deyişler söyleyen Ozan Arif, Ülkü Ocakları Genel Merkezinin de dikkatini çekmişti. O yıllarda Ülkü Ocaklarının; sanat kolu, eğitim kolu, teşkilat gibi faaliyet alanları vardı. Sanat kolunun iki önemli dalı; müzik ve tiyatroydu.
Ozan Arif, Ülkü Ocaklarının Türkiye genelinde düzenlediği turnelere katıldı. Kendine has folklorik kıyafet ve tarzda bağlamayla konserler verdi.
Birçok şiir ve Halk Edebiyatı yarışmalarında üstün başarı gösteren Ozan Arif`in; Türk Halk Edebiyatı’nın şiir, atışma, muamma, irticalen şiir söyleme, lebdeğmez (dudakdeğmez), güzelleme ve diğer dallarında çeşitli tarihlerde aldığı Türkiye birincilikleri, sertifikalar ve ödüller vardır.
Bunların yanında Konya`da Türkiye Âşıklar Bayramı`nda değişik yıllarda, değişik dallarda birincilikler elde eden Ozan Arif, yine Konya Âşıklar Bayramı`nda 1976, 1977 ve 1978 yıllarında altın madalyalar kazanmıştır.
Lakin kendisi onun için en büyük ödülü şöyle ifade ediyor:
"...ortaokul çağlarında çocuk yaşta bu sevdaya gönül vermişim. O yaşlardan beri verdiğim mücadelenin karşılığını, tertemiz yüreklerde sevgi sarayları kurarak aldım. Ülküdaşlarımın sevgi ve muhabbetinden daha büyük beşeri ödül olamaz."
Ozan Arif ile turnelere katılan sanatçılardan dostumuz Rafet Yetikkul da şunları anlatıyor: “Ozanla tanışmamız 1975 de Amasya Ülkü Ocaklarının düzenlediği gecede oldu. O gece spor salonundaki binlerce ülkücü genci deyişleriyle, şiirleriyle coşturan Ozan Arif, ülkücü camianın çıkmamak üzere gönlüne taht kurdu. Arif bu tempoyu hiç düşürmeden Anadolu'nun hemen her köşesinde sürdürdü. Şölenlerde Başbuğumuzun taltiflerine mazhar olur onun ellerinden öper ve duasını alırdı. Hiç bir beklentisi olmadan milliyetçi harekete hizmeti kendisine şiar edindi. Bu hizmetleri yaparken çok yorulur ama hiç şikâyet etmeden yoluna devam ederdi. Ölüm tehditlerine ve zaman darlığına aldırmadan şölenden şölene koştu. Öyle ki Afyon Sandıklıdaki şölenden Ankara'ya döndüğü gece Çanakkale'deki şölene yetişmesi istenmiş ve o hiç itiraz etmeden yola çıkmış şölene yetiştirmişti. Çünkü o şölende sevgili Başbuğu vardı. Arif; şiirle hiciv sanatında başarılıydı. Bu sanatı kullanarak Yüksek bürokrasiyi daima eleştirmiş ve çok dikkat çekmiştir. Hiyerarşiye ve teşkilat yapılanmasına önem verir ve uygulardı. En küçük beldedeki ocak başkanına; teşkilat terbiyesi gereği başkanım diye hitap ederdi. Tehlikelere aldırmaz vazifesi neredeyse en kestirme yoldan gider, olması gereken yerde olurdu. Hatta Nevşehir'den Yozgat'a geçerken ara yollarda saldırıya uğramasına rağmen konser salonuna yetişti ve ülküdaşlarına hiçbir şey hissettirmeden aslanlar gibi programını yaptı. Daha buna benzer yüzlerce anı var. Ozan için dua edin üzülmeyin. O çok sevdiği özlediği iki Bozkurt'un yanına gitti. Allah rahmet etsin. Mekânı peygamberimizin yanı olsun.”
12 Eylül 1980 Darbe sonrası yıllar:
1980-1991 yılları arası gönüllü sürgün hayatı başlıyor. Bir yerde zalimin zulmünden kaçıyor. Muhsin Yazıcıoğlu gibi suçsuz yere 5 yılı hücrede olmak üzere 8 yıl en ağır işkencelere maruz kalmaktan kaçıyor, masumken idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun kaderini yaşamaktan kaçıyor. Aslında bu bir kaçış da değildi, zalimin zulmünü, hainlerin ihanetlerini milletine anlatmak, haykırmak istiyordu. O korkuyordu evet ama susmaktan, susturulmaktan korkuyordu.
Ailesini, çocuğunu ve en önemlisi de vatanını geride bırakarak Almanya’ya gidiyordu. Acı gurbet, ayrılık yılları 11 yıl sürdü.
"Başbuğum beni aradı. 'Gel oğlum' dedi" diyordu.
5 Kasım 1991 de Türkiye’ye döndüğünde yarım milyona yakın ülkücü tarafından karşılandı.
Almanya başta tüm Avrupa’da; din, devlet, vatan millet sevdası yolundaki faaliyetlerine devam ediyor, konserler veriyordu.
Ozan Arif Almanya’da yapıklarını şöyle anlatıyordu: "Orada yabancı kültürlerin altında anneleri babaları çalışırken heba olan yavrularımızı görürken bir öğretmen olarak içim burkuluyordu. Demek istediğim, Ozan Arif, Ülkücü Gece, Bozkurt, bilmem ne... Ben sadece bunlarla uğraşmadım ki. Ben orada insanlarımızın sosyal problemleri ile de uğraştım. Beni 'Ozan Arif' yapan onlar oldu. Dar bir sloganik yolda gitmedik. Uğradığı haksızlıkları dile getirdim, ev vermiyorlar onu dile getirdim, yabancı düşmanlığını dile getirdim. Yani bizi 'Ozan Arif' yapan şey, meselelere sadece ideolojik yaklaşmamam, milletin derdini dert edinmemdir."
Türkiye’ye döndükten sonra kaldığı yerden devam ediyordu ancak Almanya’daki Türk vatandaşları da boş bırakmıyordu. Korkusuzca, sağ-sol demeden; zalime, arsıza, hırsıza, ihanet içerisinde olanlara, düzenbazlara savaş ilan etmişti. Kendi partisi tarafından dahi olmadık hakaretlere maruz kaldı ama o yılmadı son nefesine kadar tek başına muhalefet partilerinden daha etkili mücadele verdi.
Ozan Arif, galiba 2016 yılıydı Alparslan Türkeş’in ölüm yıldönümünde her yıl okutulan Kur’an-ı Kerim ve Mevlüd-ü Şerifin okutulmayacağını haber almıştı. Çok sinirliydi; “Bu Devlet Bey var ya, daha Başbuğ’un birinci ölüm yıldönümünde mezarı başında bir saat konuşmuştu da Alparslan Türkeş’in adını bir defa dahi ağzına almamıştı. Ama önemli değil, onlar oktumsa da biz okuturuz” diyordu.
O yıl Türkeş’i mezarı başında özel olarak andıktan sonra, Ozan Arif’in organizasyonu sayesinde Bahçelievler Merkez Camiinde Kur’an-ı Kerim ve Mevlut-ü Şerif okutuldu.
Alparslan Türkeş ile Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok ama çok seviyordu. Muhsin Yazıcıoğlu, MHP’den ayrılıp BBP’ni kurunca biraz gücenmiş-kırılmıştı. Ancak Muhsin Yazıcıoğlu Samsuna gittiği bir gün, Ozan Arif’i evine kadar giderek ziyaret etmişti. Saatlerce sohbet etmişler. Ozan Arif bunu bana anlatırken dahi nasıl mutlu olduğunu, gözlerinin nasıl güldüğünü ifade etmekte kifayetsiz kalırım.
Ozan Arif’in, Muhsin Başkan’ın şehadeti sonrası kaleme aldığı yazının bir kısmını aktarmak istiyorum.
“O ülkücü gönüllerin Muhsin Başkanıydı…
Mesela benden 5 yaş gençti,
O Ankara’da Ülkü Ocakları Genel Başkanı, ben ise Samsun’da genç bir öğretmen olarak Ülkü-Bir’in, yani Ülkücü Öğretmenler Derneğinin şube başkanıydım…
Ama o benim de Muhsin Başkanımdı…
Zira ben Ülkü-Bir bünyesinden ziyade, Onun Genel Başkanlığını yaptığı Ülkü Ocaklarının bünyesinde daha çok çalıştım. Sosyal faaliyetlerde geçti 80 öncesindeki nice yıllarım. Öyle hatıralarımız var ki, yazmaya kalksak içinden çıkamam herhalde…
Bana sorsanız Cumhurbaşkanlığı unvanı bile, Muhsin Başkanın Başkanlığı yanında çok manasız kalırdı… O işte öyle bir başkandı!
Vatanı için, Milleti için, hatta ülküdaşları için, kendini unutan adamdı!
Bence bugün unutulmamasının, yüreklerde acısının hala tazeliğini korumasının arkasında onun bu özelliği var.
Ülküsü için, ülküdaşları için kendini unutan adamlar, unutulmazlar… unutulmazlar… unutulmazlar.
Ülküsü büyüktü…
Ama Allah var en az ülküsü kadar yüreği de büyüktü”
Ozan Arif’in yazısı çok daha uzun, sadece ufak bir bölümünü aldım. Sevdiği, kendini unutan iki adama kavuştu Rabbim onları Cennette buluştursun inşallah