Mehmet DOĞAN
Punto:
Dinle
Bozkır çocukları sahil bölgelerinin yeşilliği karşısında şaşkınlığa düşmekten kurtulamazlar.
Mevsimlik yeşil dışında sarıya alışmış gözlerin bu manzarayı görüp de kamaşmaması mümkün değildir.
Bütün sahiller yeşildir, Karadeniz bir başka yeşil!
Karadeniz manzarası (peyzajı), yeşilin türlerinin sürekli tekrarından ibaret, seyredeni sonsuza götüren bir güzellik. Denizin açıktan koyuya/karaya yüz türlü mavisi; yeşilin tirşeden, fıstıkîden neftiye, zeytunîye sayısız çeşitleri...
Karanın tamamen yeşil olduğu bu coğrafyada insan elinin yapacağı en güzel şeyleri atalarımız yapmışlar. Evlerimizi, camilerimizi, hatta resmî yapılarımızı bu güzelliğe tabiî olarak eklemişler. Göz alabildiğine yeşilin bir yerinde, ansızın bir ev. Fakat ölçülü, mütenasib ve ekseriya tabiî renklerde bir yapı. İşte bu manzarayı resimleştiren, tablolaştıran bir dokunuş. İnsan eliyle tabiata yapılan güzel bir ilâve.
1980’lerin başında ilk Karadeniz seyahatimizde böyle yapıların uzağından, yakınından, hatta içinden geçmiştik. O kadar çoktu, yaygındı. Hareket halinde iken sürekli değişen güzel bir tabloyu seyretmenin hazzı nasıl anlatılabilir? Henüz betonun çok fazla müdahil olmadığı şehirlerde, kasabalarda değişen fazla bir şey yoktu. Her bir şehrin, kasabanın, köyün resmini çekip evinizin, işyerinizin duvarını süsleyebilirdiniz. Bizim yapıcı ustalarımız âdeta ressam gibi çalışıyordu. Evlerin ufkî âhengini, camilerin minareleri hareketlendiriyor, resme adeta yeşillik içinde selvilerin rengini katıyordu.
Bu şehirlerin ahalisi ressamların tablolarına bakacağına, pencerelerden manzarayı temaşa ediyor olmalıydı. Gözün her gördüğü bir tablo idi. Hem de sürekli değişen bir levha. Kış resmi, yaz resmi...Bahar tasviri, güz tasviri. Renk âhengini harekete geçiren, yenileyen yağmurlar, rüzgârlar...
Bu canlı tabloları yüzyıllarca seyretmekle kalmadık, içinde yaşadık.
Güzellik tabiî halimiz oldu.
Ölçüyü dört yaşında okumaya başlarken öğrenirdik, bir harf kaç elif miktarı çekilecek... Kıraat ölçüden ibaretti... Tecvid, kıraatı güzelleştirmek için harflerin çıkış yerini, uzunluğunu ve kısalığını, genişlik veya darlığını, incelik ve kalınlığını hassasiyetle gözeterek okumaktı.
Yazarken bellerdik, yazı o zaman hat değildi, “hüsn-i hat”tı, yani güzel yazı... Kalem kamıştı, aynı zamanda ölçülü yazı kaidelerine de “kalem” denilirdi. Yazmak uzun süre ve sabırla müsvedde yapmak, karalama yapmaktı. Ölçü ancak böyle el alışkanlığı olurdu, kalemin her hareketinin bir değeri vardı. Bunlar yapılmadan icazet alınamazdı. Böylece harflerin büyüklükleri kalem ucuna göre talim edilerek öğrenilirdi. Noktaların tekrarı harfleri meydana getirirdi... Boyu kaç nokta, karnı kaç nokta olacak? El alışkanlığı göz alışkanlığına döner, bütün yapılanlarda bu ölçü, bu oran veya “tenasüb” gözetilirdi.
Sözün kısa ve uzun seslerle ifadesindeki âhengi şiirin ölçüsü yapan aruzu da unutmayalım. “Milliyetçilik” iddiasıyla burun kıvıranlara işin erbabı vaktiyle söylemiş: “Aruzu bilmeden Yûnus Emre’nin sesini bile tam olarak tadamayız.” (İsmail Habip Sevük)
Her yerde, her şeyde ve her zaman ölçü ve âhenk! Seste, sözde, renkte, şekilde ölçü ve uyum. Hayat ölçülü, yapıcılık ölçülü. Güzelliği kendiliğinden yapan işte bu. “Aruzla beraber bütün bir imparatorluğun şiir görüşü ve zevki de yıkılmıştır” diyor Peyami Safa. Bu zevkin bütün estetik alanlarda yıkıldığından şüphe mi var? Bakın şehirlerimize: Serbest şiir gibi değil mi? (Son yıllarda çok uzun mısralar revaça!)
Yaptıklarımızın ölçüden ibaret olduğu dönemden, tamamen iddia olduğu bir devre geldik. Son Giresun seyahatimizde (2019) bu iddiada nihaî hadde, kibrin burcubâlâsına yaklaştığımızı hissettim. Güzelim tabiat beton canavarının dişleri arasında kalmıştı. Bu tür şeddadî binaların büyük çoğunluğunun son yirmi yılda yapıldığını da kaydedelim.
Karadeniz Karadeniz! Dilimde denizcilerin o marşı. “Gelen düşman değil biziz.” Yani korkma, bizden zarar gelmez!
Öyle mi gerçekten? Zarar bizden gelir! Tabiata bizden gelir, şehre bizden gelir, çevreye bizden gelir ve bize bizden gelir!
Geçelim tarihi. Karadeniz’in güzelliklerini devasa beton bloklarla tüketen biz değil miyiz?
“Allah güzeldir, güzeli sever!” Bizse güzelliğe savaş açmışız!
Denecek ki, “şehrin nüfusu artıyor, konut meselesini çözmemiz lâzım.” Herkesin binek arabasının olduğu, ulaşımın kolaylaştığı, mesafelerin yaklaştığı bir devirde güzelliklerimizi koruyarak, evlerimizi biraz uzağa ve daha elverişli yerlere yapsak, bir sürü şehircilik meselesi başımıza dert olmayacak! Şehirciliğin ötesinde, tabiî âfetlerle koyun koyuna yaşamayacağız. Hele o dere yataklarına çimento ve demire güvenip kolayından beton binalar yapmak, hangi aklın, hangi mantığın eseri?
Şehircilik desen şehircilik yok, köycülük desen köy yok!
Karadeniz evleri yüz yıllardır neden yamaçlara yapılmıştı? Hem ziraat arazisini korumak, hem millî serveti ve insanı korumak için bulunan yol buydu.
Bizi demir ve çimento korumaz, akıl, mantık, ilim ve güzellik gözeten ölçü korur!