Punto:
Dinle
Şamil’in torunu ten ü pak bir anadan koparılışın geldi aklına. Güz yağmuru alabildiğine hızlanıyor; kapına gelenler, uzak bir ayrılığa çağırıyordu seni.
“Bir gün!” diyordun, “Kavuşmak nasipse bir gün…!”
Kelepçe takılmış kollarına bakakaldın. Pranga vurulmuş ayaklarına…. Bir garip tutsaktın, ülkenin yarınında.
Altmışlık koğuşlarda aşina yüzler karşıladı seni. Bir de uzaktan uzağa diş gıcırtıları. Hele biri vardı ki, ranzasına oturmuş, avuç içlerini yumrukluyordu habire, avurtları kızarmış.
Sokuldun. “Gardaş ne hal, memnun olmadın herhal!”
“Çekil yanımdan, bir kaza çıkmasın elimden!”
“Niye ki?”
“Niyesi var mı, sensin can evimden vuran beni. Ocağıma incir ağacı diken sen!”
“Anlat hele!”
Yüzüne bakmaya cesareti yoktu anlaşılan. Meğer doldurmuşlar bizimkini. Yalan rüzgarı, gerçeğin anaforuna bıraktı kendini, bir anda. Bu topraklardan muhanet çıkmazdı.
……………………..
Pencerene Yusufcuk kondu. Metafizik duygular sardı bedenini. Sanki alıp götürecekmiş de, kanatlanıp Kaf dağının ardına bırakacakmış seni.
“Hokumet adamı”nın tok sesi çınlattı ortalığı. “Yat dedik!” İş bulamadığından gardiyan olmuş, bu yüzden ki ‘gard’ını almış bir gaddardı besbelli.
Copunu sallarken taze bir gurur kaplardı yüreğini. Sanal bir kuvvet, hissiz ellerini...
Ölgün lamba, son bir gayretle parlayıp sönünce “dünyaya kapalı, Allah’a açık” beton zemine yapıştırdın alnını. “Beton çok soğuk, üşüyorum!”
‘Neydi bu hal ve neyin nesi!’
Saatler mi geçti, yoksa koca bir an mı geceden kalan? Bilinmezdi. Durmuştu akrep, yelkovan.
“Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!”
Cebeci’den saba makamında yükselen eşsiz anlam, karanlığı yırtarcasına doldurdu içeriyi.
Gecenin bir yarısı maveraya dalan göz kapakların açılıverdi birden. Doğruldun. Adetin değildi. Ceddin Osman Bey, Edebali’nin odasında dimdik karşılamıştı ya fecr anını.
“Mushaf’ın bulunduğu odada uzatamam ayaklarımı!”
Altı yüz yirmi dört yılın bereketi bundandı, besbelli. Üç Kıta’nın hikmeti, İzlanda’nın Fethi...
‘Uykudan hayırlı olan’a hazırdın, huzur anıydı gözlediğin. Parmaklarının ucunda yürüyordun. Çerkez ananın, el emeği, göz nuru, alın teri… işlemeli, nakışlı seccadesini çıkardın başucundan.
Önce yüz sürdün. Kekik kokulu Şarkışla yaylalarının esintisiydi odana dolan. Hıçkırıklar arasında mıhladın alnını secde yerine.
Bir çift gözün izlediğinden habersizdin. Sola selam verdiğinde göz göze geldin.
“Ben de kılardım küçükken. Sonra akıntıya kapıldık aniden. Çok canlara kıydık. Yandık, yakıldık. Ağladığımız kadar ağlattık da!
Sonra bir akşam üzeri amcam, kırarcasına yumrukladı kapıyı. Basbas bağırıyordu bana: ‘Oğlumun katiliii!’
Meğer kahveyi tarayınca, derici atölyesinde çalışan emmioğlunu yorgunluk çayının başında yakalamamış mı kör kurşun?
Babam elleriyle teslim etti buraya.”
“Salma kendini! O, pişman olan kulunu görür. Bağışlat kendini. İşlediğin kötülük kadar iyilik! Çok mu zor!”
……………………
Üst kat… Dip odada tozlu raflar… En son alınalı üç ay olmuş kitaplık defteri.
“Zimmetli mi bunlar?”
“Olsa ne yazar, kim bakar kitapların yüzüne!”
Gün akşam olana dek çıkmazdın buradan. Sarı küf tutmuş yapraklar arasında zaman / mekan perdesini aralamıştın çoktan.
Yoldaki İşaretler, Çalışmanın A,B,C’si, Allah Erinin Ahlak ve Kültürü, Temellerin Duruşması, Batılılaşma İhaneti….
Bir solukta okumuş, bir devrin muhasebesini yapmıştın.
İkbal’in levha sözü, beyninde şimşekler çaktırdı: ‘İnancını öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin!’
O gün rengin atmış; ser veriyor, sır vermiyordun. Dilin lal olmuştu sanki. Yirmi altı yılın hesabını yaptın bir çırpıda. Yanlışlarla yüzleştin, doğrularla soluklandın.
…………………………
“Beni dinleyin!”
Altı ay var ki, düşmanında bile saygı uyandıran yüreği devleşmiş adam, göz pınarlarına hakim olamayarak bir çırpıda sıraladı ab-ı hayat dizelerini:
“Kurtuluş ne sağda, ne solda! Kurtuluş O’nda! Böyle düşünür, böyle inanırım. Başka yere çekmeyin. Ruhuma eziyet etmeyin.
Gün gelecek bir büyük birlikte toplanacağız. Nuh’un gemisine binelim hepimiz, kalmasın dışarda kimsemiz!”
…………………………
Üzerine kar boran yağan yedi zemheri geçti sonunda. Sevdayla pişen, çileyle yoğrulan yedi yıl.
Tahta bavulunla dışarıda buldun kendini.
“Oğlum!”
“Gül yüzüne doyamadığım anacığım. Kar yağıyor, üşüteceksin!”
“Olsun, yoluna gurban oğul. Bu günleri gördüm ya, ölsem de gam yemem!”
“O nasıl laf anacığım, artık ayrılık uzak bir kelime! Yadıma hasret düşen günler, aha şu kanatlı kapının ardında kaldı!”
…………………………
“Oğlum niye sıçradın birden!”
“Yok bir şey anacığım, ceryan verdiler sanki!”
“Ne ceryanı oğlum, o nasıl laf!”
“Hiç ana, geçer geçer, bu da geçer!”
…………………………..
Yusufiye’de pişen adam, o gün bir dünya haritası çekti önüne.
“Kurtulmalı alem, Siyon’dan, Sam’dan, yedi meşaleli şamdan… Rahmet yolları kesmeli, geçmemeli küfrün kolları Bosna’dan, Varna’dan…”
“Ayrılık vakti geldi, bundan böyle yüreğim evren kadar büyük. Uygur’dan Endülüs’e, Viyana’dan Gazze’ye uzanır kollarım.
Kelbecer’de Taşnak ihanetine karşı ben, Grozni’de Hacı Murat bana devreder bayrağı, Kandahar’da Kremlin artığının korkulu rüyası yine ben.
Irkımla yetinemem, bağlıyım Açe’ye giden mesaja, sadığım Moro’ya ulaşan vahye.
Namlusunu halka çeviren tanka selam durmam! Kendime, ‘İnananların iktidarını engelledi’ dedirtmem!”
……………………………
Kaybedilince anlaşılan değil, yaşarken de kıymeti bilinendi, sevgin. Rey’e tahvil edilince görülmezdi, lakin yadsınmaz bir gerçekti özlendiğin.
Anadolu duru, Anadolu pak, Anadolu hal-i huzur fevkinde buldu seni. Ram oldun Anadolu’ya.
Otuz Bir Mart… Ayarlanmış fasıkların cirit attığı yüz yılın dönemecinde, milyon kere milyon yürek selam durur safında.
Taceddin Dergahı’nda bir çift yürek kalkar, selamla, tevazuyla.
Sana kollarını açar Safahat’tan bir hazla:
“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum
Başka bir şey diyemem, işte perişan yurdum!”