Suat UNGAN
Punto:
Dinle
Geçen merkez camilerinin birinde imam, Cuma namazından önce çok da güzel olmayan sesiyle Kuran-ı Kerim okuduktan sonra duasını da Arapça yaptı, duanın akabinde ise sayın cemaat bir duyurumuz var, camimizin ihtiyaçları için sizden yardım talep edilecektir, lütfen katkılarınızı esirgemeyiniz, diye ricada bulundu.
Hoca’ya duayı yaparken Arapçayı; yardım isterken niçin Türkçeyi kullanıyorsun? yardımı da Arapça iste bakayım kaç para toplayabileceksin diye sormayı çok isterdim.
İlk bakışta hocanın duasını masumane bir şekilde Arapça yapmasında abartılacak bir durumun olmadığı görülmektedir. Fakat olayı derinlemesine düşündüğümüzde gelecek adına üç ana ciddi sorunun olduğunu görmekteyiz.
Birinci sorun, İmam dikey iletişimde Arapçayı kullanarak ona üst dil statüsü kazandırmış; halk ile yatay iletişiminde ise Türkçe'yi kullanarak onu statü bakımından ikinci sınıfa itmiştir. Bu durum Türkçe'ye gönül verenler için oldukça üzüntü verici bir durumdur.
Hoca’nın Arapçaya üst bir kimlik kazandırma gayreti, aynı zamanda kendi diline bazı noktalarda güvenmediği, onunla yapılacak duanın kabulü noktasında şüpheleri olduğu izlenimini vermektedir. Bir dilin başına gelebilecek en büyük felaket o dili kullananların kendi dillerine karşı aşağılık kompleksi yaşamaları olacaktır. Böyle bir ortamda ana dilin hak ettiği şekilde gelişmesi imkânsızdır.
Türkçe'yi seven hiç kimse diline ikinci sınıf muamele yapılmasını istemez. Bir Alman veya bir İngiliz Türkçe'yi küçük düşürücü bir söylemde bulunsa eminim başta İmam Hocamız olmak üzere herkes bu duruma karşı çıkar, tepkisini ortaya koyar. Fakat ne acıdır ki yıllardır Türkçeye yabancılar değil, kendi halkı kötü muamele yapmaktadır.
Bir toplum kendi diline ikinci sınıf muamelesi yaptığı zaman genç nesillerde dil bilincini oluşturması imkânsız olur. O genç nesiller, yetiştiklerinde atalarının Arapça veya başka dil karşısında yaşamış oldukları ezikliğin benzerini İngilizce, Almanca, Fransızca vb. diller karşısında yaşayacaklar, böylece kendi kültürleri ile barışık olamayacaklardır.
İkinci büyük sorunda daha vahim durumlar söz konusudur. 1932 yılında Süleymaniye Camiisinde ilk defa hutbe Türkçe okununca o dönemin insanları bu duruma büyük tepki göstermiş, hutbenin Arapça okunması gerektiğini dile getirmişlerdi. Şimdi camilerimizde Cuma günleri hutbeler Türkçe okunmakta ve insanlar dinlediklerini anlama şansını yakalamaktadırlar. Kimse de niye camide hutbe Arapça okunmuyor diye isyan etmemektedir.
Bizim, hocalara duaları niye Türkçe yapmıyorsun diye çıkıştığımızda bize anlamsız tepki göstermeleri, 1932’lerdeki bazı zihniyetin varlığını günümüzde hâlâ devam ettirdiğini göstermekte, dil üzerinde milli bilinci oluşturmada çok yavaş yol aldığımızı ortaya koymaktadır.
Üçüncü önemli bir mesele de millet olmanın ana unsurlarının başında vatandaşların, kederde ve sevinçte aynı duyguları yaşayacağı anların fazla olması gerçeğinde yatmaktadır. Milyonlarca kişinin doldurduğu camilerde insanların anlayacağı bir duada duygudaş olma kültürü yerine, anlamadıkları bir duaya toplu refleks içinde âmin demeleri çok üzücü bir durumdur. Bu durum bizi ikinci sınıf millet seviyesine düşürür. Sorgulamadan hareket eden bireyleri birilerinin nasıl maşa olarak kullandığı gerçeği 15 Temmuz’dan beri tazeliğini korumaktadır.
Bir bireyin veya bir toplumun dil gelişiminin ölçütü onların kapalı bir metni açabilme, anlama ve yorumlama kapasiteleri ile ölçülür. Milyonlarca kişinin sıradan bir duaya anlamadan âmin demesi, o milletin dil ve kültür seviyesi hakkında önemli işaretler vermektedir.
Hocaların geleneksel hâle getirmiş oldukları ve kendilerinin de anlamadıkları bu Arapça dua etme alışkanlığından bir an önce kurtulmaları; Diyanetin ise bu konuda onlara öncülük etmesi gerekmektedir. Kendisi himmete muhtaç dede/nerede kaldı gayrıya himmet ede vecizesinde olduğu gibi Diyanetin böyle bir derdinin olmaması bizleri derin kaygılara sürüklemektedir.
Hocalarımız ya bizim anlayacağımız şekilde dua yapsınlar ya da bıraksınlar vatandaş kendi dilinde, kendi gönlünce duasını yapsın.