Piyasalar

Anayasa Mahkemesinin Tartışılan Kararı

Punto:
Sevgili dostlar, hesapta sizlerle başka konularda, mesela erken açıklanan fındık fiyatları üzerine sohbet etmeyi düşünüyordum…Ama ehem-mühim dengesi bana zorunlu olarak yazının başlığını değiştirmemi tavsiye etti, ben de ona uydum…Diyeceksiniz ki fındık fiyatlarından sohbet gidecekken ne işimiz olur bizim Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla? Hayır öyle değil…Anayasa Mahkemeleri önlerine gelen davaları öncelikle yürürlüğe girmiş olan yasanın temel yasaya uygunluğu açısından inceler. Anayasa Mahkemesinin asıl işlevi bu idi. Ama Anayasa değişikliğiyle şahsi başvuru hakkının tanınmasıyla birlikte artık Anayasa Mahkemesi yasaların temel yasaya uygunluğu dışındaki şahsi başvuruları da gündemine alıp karara bağlıyor. Fakat böyle bir durumda da Anayasa Mahkemesi önüne gelen başvuruyu meri mevzuat bir tarafa, öncelikle kamu vicdanı, devletin bekası, vatanın bölünmezliği ve milletin bütünlüğü açısından inceleyip karara bağlayacaktır. Ola ki alt mahkemeler ve sıralı yargı mercileri devletin ali menfaatleri açısından tam olarak kamu vicdanının beklentilerini karşılayamamış olabilir. İşte o zaman şahsi başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi devreye girer ve kamu vicdanının beklentilerini karşılayarak devletin bekasına, milletin bütünlüğüne ve vatanın bölünmezliğine katkı sunar. Bu açıdan bakıldığında Anayasa Mahkemeleri bir devletin bekası birlik ve bütünlüğü açısından en son kontrol noktasıdır. Zira onun kararları yasama yürütme yargı dahil devletin bütün birimlerini bağlayan kazıyye-i muhkeme derecesine ulaşmış muhkem kararlardır .Bu itibarla Anayasa Mahkemesi kararları o devletin insan unsurunun ruh yapısını, milli kültür ve harsını, toplumsal kabullenişlerini yansıtan yazılı belgelerdir. Bu açıdan bakıldığında Anayasa Mahkemesi kararları o ülkeye ‘‘özgü’’ olma niteliği ile dikkat çeker…Elbette ki bunun yanında Anayasa Mahkemesi kararları evrensel hukukun ulaşmış olduğu ilkeleri göz önünde bulundurarak onları iç hukukun işleyişine yansıtmada öncülük etme gibi bir sorumluluğu, hatta bir görevinin olduğu da inkar edilemez. Ama bu sorumluluk asla ve asla devletin bekası, vatanın bölünmezliği ve milletin bütünlüğünü devamlı kılmaya yönelik asli sorumluluk ve hatta varlık sebebinin önüne geçemez…Şayet ‘‘onların sözlerinin içeriğine katılmıyoruz.’’ gibi gerekçeklerle öne geçerse ve hatta GEÇİRİLİRSE işte o zaman gelinen noktada ‘‘tuz kokmuştur!’’Tuz kokunca ne yapmak gerek, nasıl bir yol takip etmeli onu kestiremiyorum. PEKİ NE OLDU? Hepimizin bildiği gibi bilhassa Güney Doğu illerimizde PKK Terör Örgütü, uyguladıkları hendek harekatıyla devletin güvenlik güçlerine karşı barikat kurmuş Emniyet birimlerinin oralara girişini engellemek suretiyle Suriye’nin Kuzeyinde Kürtlerin oluşturduğu Kanton Bölgelere paralel özerk bölgeler oluşturmak yolunda Kurtarılmış Bölgeler ilan etmenin cesareti içinde hayaller kurmuştu. Nitekim bu doğrultuda Yüksekova, Nusaybin, Midyat, Cizre ve bilhassa Diyarbakır Sur başta olmak üzere yaklaşık 10 ilde kazılan hendeklerle oralar, kendileri açısından muhkemleştirilmiş, Devletin güvenlik birimlerine karşı eşkiyalar can güvenliği açısından emniyet altına alınmıştı. Gel gör ki; Türk Güvenlik Güçleri Özel harekat birimlerinin öncülüğünde İHA ve SİHALAR’ın iş’arı doğrultusunda devlete başkaldıran bölücü eşkıyaya göz açtırmamış ve onlara kazdıkları hendekleri mezar etmişti Elbetteki bu kolay olmamış,vatanın bölünmezliği milletin bütünlüğü yolunda Hendek Terörüne karşı tam 793 şehit vermiştik. Millet, devletin bekası uğruna şehitlerinin hüznünü rahmet ve mağfiret niyazlarıyla bağrına basarken 1100 Üniversite hocası akademisyen’de PKK’nın gazetesi önünde poz verircesine yığılmış bildiri okuyup ‘‘Devlet katliam yapıyor’’ iddiasıyla Eşkiyanın Hendek terörüne destek vermişti. Hem de hiç utanmadan sıkılmadan…Hem de vatanın bölünmezliği, milletin bütünlüğü uğruna terörle mücadele eden devleti, Halka KATLİAM ve İŞKENCE uygulamakla itham ederek… Peki bu karşılıksız mı kalacaktı? Bu 1100 akademisyene, ne demek istiyorsunuz maksadınız nedir? Siz kimden yanasınız? Yoksa bu vatanın bütünlüğüne karşı mısınız, diye sorulmayacak mıydı? Elbetteki sorulacaktı, soruldu da nitekim .Bu devlet hukuk devletidir, herkes yaptığı işin, söylediği sözün, attığı imzanın hesabını verecektir. İşte bu doğrultuda, nasıl hendek terörünün faili PKK’lı eşkıya yargının önünde hesap veriyorsa, onlara destek olan terör sevicisi Akademisyenler de yargının önünde hesap verecekti. Nitekim olay yargıya intikal etmiş ve sanıkların her biri hakkında eldeki ıspat vasıtaları doğrultusunda hüküm tesis edilmiştir. Bu arada nihai merci olarak şahsi başvuru statüsünde dosya Anayasa Mahkemesinin önüne gelmiş, Anayasa Mahkemesi ise ‘‘Barış Bildirisi’’ adı altında yayınlanan ve devletin katliam yaptığını, halkı kıyım ve işkenceye tabi tuttuğunu iddia eden bu bildiriyi ‘‘ifade özgürlüğü kapsamında ’’ değerlendirmiştir. TEK KELİMEYLE ‘‘ÜZGÜNÜM’’ İşte burada Anayasa Mahkemesi kamu vicdanı statüsünde tecelli edip herşeyden önce 793 şehidin ruhaniyetini göz önünde bulundurarak bu vatanın bütünlüğünü, bu azizi milletin birlik ve beraberliğini pekiştirecek şekilde karar vermeliydi. Bu vatanı bölecek bu milleti ayrıştıracak, bu devleti ‘‘ebed-müddet’’ çizgisinden uzaklaştıracak hiçbir söz, hiçbir yazı kime ait olursa olsun, hiçbir bildiri üzerinde kimin veya kimlerin imzası bulunursa bulunsun ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez. Anayasa Mahkemesinin bu doğrultuda vermiş olduğu kararın gerekçesini açıklamış olması bizi ikna etmek bir tarafa bir hukukcu akademisyen ve Hukuk Fakültesi Dekanı olarak üzüntümüzü artırmıştır. Nitekim Anayasa Mahkemesi ‘‘gerekçe’’ içerikli açıklamasında ‘‘Anayasa Mahkemesi’nin hiç bir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de, ifade özgürlüğü kapsamında kalabilir.’’ diyerek kararın vehametinden sıyrılma gayreti gösteriyorsa da, kararın gerekçesinde; bir ifade veya açıklamanın ifade özgürlüğü içinde kalıp kalmayacağını, kullanılan söz ve beyanların terör örgütünün şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde olup olmadığı kriterine bağlamaktadır. Bari birde açıktan meşru gösterip övseydiler hatta teşvik etseydiler. Yüce mahkemenin çok sayın üyeleri keşke şu gerçeği bilip onu her daim göz önünde bulundursaydılar; bizim kültürümüzde ve edebiyatımızda ‘‘sarih ifade–zımmi ifade’’ diye bir ayırımı vardır. Dolayısıyla bizim kültürümüzde herşey sarih-açık ifadeyle dile getirilmez, çoğu kere ifade edilmek istenen asıl maksat zımmi-kapalı olarak ifade edilir. Her sözün bir sarih, bir de kapalı-zimmi olarak ortaya koymak istediği mana vardır. Dolayısıyla bu 1100 Akademisyen şayet terör örgütünün hendek operasyonunu meşru görmeseydiler, direnişlerini övgüye layık bulmasaydılar bu bildiriyi kaleme almaz, altına da imza atmazlardı. Hele şahsi başvuru yoluyla Anayasa mahkemesinden bu kararı elde etmekle bu 100 Akademisyen, hem terör örgütünün uyguladığı şiddet ve tehdit yöntemini tasvip ettiklerine yönelik tavırlarını pekiştirmiş, hem de terör örgütünü uluslararası arenada meşruiyet çizgisine bir adım daha yaklaştırmış olmanın sevincini yaşamışlardır. Ve ne yazık ki, bütün bunlara benim Ülkemin Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karar mesnet teşkil etmektedir. Keşke Tür milleti adına karar veren Anayasa Mahkemesi, onları değil de aziz milletimizi sevindirseydi…Keşke.. Kalın sağlıcakla sevgili dostlar…