Yücel OĞURLU
Punto:
Dinle
Trump’ın Meksika, Kanada, Çin, AB ülkeleri ve Türkiye’ye yönelik vergileri artırması, bu ülkelerin ürünlerinin daha az tercih edilmesine yol açtı. Üretime dayanan ABD ekonomisinin daha da güçlenmesi için akıllıca atılan koruyucu bir adımdı. Türkiye dâhil bütün ülkeler bir şekilde bu kısıtlamaya karşı misillemede bulundular. Birçok ülke Amerikan mallarına uygulanan gümrük vergilerini misilleme yaparak artırdı.
Karşılıklı dış ticaretleri hiçbir diğer ülkeninkiyle kıyas edilemeyecek ölçeklerde olan Çin-ABD, dolar üzerinden simbiyotik bağımlılıkları yanında benzersiz bir piyasa rekabeti de yaşıyorlar. Aralarındaki restleşmeler, patent ve telif haklarının korunmaması, sanayi casusluğu ve dış politikalarının karşılıklı eleştirildiği ithamların oluşturduğu gerilime ek olarak çelik ve alüminyum gibi temel hammaddelerde tarife artışları üzerinden alevlenen ticaret savaşları sadece bu iki devleti ilgilendirmiyor.
200 milyar dolar hacimli Çin malı üzerinde 1 Ocak'tan itibaren gümrük vergisinin yüzde 10’dan yüzde 25'e çıkarılması şu ana kadar Çin ürünlerine rağbetin düşmesine yol açtı. Aradaki 90 günlük barış molasına rağmen Çinin şu ana kadar minimum 5 milyar dolarlık kaybına yol açtığı söyleniyor. Hatta daha ciddi rakamlardan bahsediliyor: Oxford Economics’ten Gregory Daco Trump’ın koyduğu ek verginin küresel ekonomiden 2020 yılına kadar toplam 105 milyar dolarlık bir kayıp oluşturacağını ifade ediyor.
Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinden bu yana, üretime dayalı yerli ekonomisini sürekli katlayarak ve her yıl dünya büyüme rekorunu elinde tutarak ürkütücü boyutlarda bir gelişme sergiliyor. Çin, imalat sanayi ve üretimin tekelleşen merkezi olma yolunda ilerlerlerken dünya finans ve yüksek teknolojisinde başı çeken ABD ile yolları ister istemez çakışıyor. Aslında dünya pazarı bu iki ülke lehine diğerleri aleyhine bir tekelleşmeye doğru sürükleniyor.
Dünya, ABD’nin siyasi nüfuz bakımından dünyanın dört bucağına askeri olarak yayılarak hegemonya kurmasından ve tehdit dilinden ne kadar rahatsızsa, tarih boyunca sürekli sınırlarını genişleterek yayılan Çin’in emperyal politikalarından da o derece rahatsız. Mesela ABD’nin Ortadoğu’da yaptıkları, özgür basın ve açık politika dolayısıyla büyük ölçüde görülebiliyor. Vietnam’dan Ortadoğu’ya kadar insan hakları konusundaki bozuk sicili unutulmuyor. Amaçlarına ulaşma adına, meşru olmayan her aracı meşru gören hukuk tanımaz bir dış politika anlayışının egemen olduğu görülüyor.
Ancak rakibi Çin’e dönersek, bu ülke kendisine âşık olanların bile yeterince tanımadıkları bir ülke olduğunu söylemeliyiz. Aşkın gözü kördür... Onlar, romantik bir bakışla, 70 yıl öncesindeki Mao devriminin heyecanını yaşayan Çin’i kitaplar üzerinden tanıyorlar. Hâlbuki âşıklar, emperyal talepleri olan yeni Çin’in Urumçi’de ırkçı politika; Guangzou ve Şangay’da Liberal ekonomi; ülke genelinde ise aşırı devletçi, aşırı milliyetçi ve merkezi planlamacı bir siyaset güttüğünü göremeyebilirler. Bunlar kuşkusuz ne devrimi yapan Mao’nın ne de genel olarak Komünist öğretinin amaç ve yolları arasında yoktu. Çin’in Mançurya, Tibet, İç Moğolistan ve en son Doğu Türkistan’ı işgallerinden sonra nasıl bir asimilasyon ve kültürel katliam yaptığı öteden beri biliniyor. Asimilasyon, kültürel katliam yine bu öğretinin dışında olması bekleniyordu.
Çin, azınlıklara yapılanların dışında kendi halkını da kapalı kapılar ardında, şeffaflıktan alabildiğine uzak, gizlilik içinde ve katı bir devletçilikle demir yumruk politikaları ile yönetiyor. Çinin ortalama bir vatandaşının Uygurların veya diğer bir azınlık mensubunun yaşadıklarını bilmesi neredeyse imkânsız.
Çin, en az II. Dünya Savaşı döneminde yaşananlar kadar vahşi ve insanlık dışı uygulamaları kendi vatandaşı olan, elleriyle kimlik ve pasaport verdiği, kendi eğitiminden geçen insanlara vahşice uyguluyor. Uygurlar üzerinde insan haklarını ayaklar altına alarak kültürel ve psikolojik soykırım uygulanırken onların arkalarının olmadığı düşünüldüğü için her şey rahat ve sorumsuz bir ırkçılıkla icra ediliyor.
ABD-Çin sıcak savaşı, dünya için tehlikeli ve istenmeyecek bir haldir. Sonuçları kestirilemez. Şu andaki gerilimin ekonomik maliyetleri bütün dünya için yavaş yavaş görünür olmaya başladı. Özellikle üretim ekonomisi yerine dış piyasalara ve sanal ekonomiye bağlı olan devletler bu gelişmelerden en fazla etkilenecek olanlar. ABD ya da Çin'le bağımlı ticari ilişkisi olan veya onların tedarik zincirinde yer alan devletler geçtiğimiz aylarda ticaret savaşını borsalardaki yansımalarla ihracat-ithalat kalemlerindeki dalgalanmalarla doğrudan yaşadılar.
ABD akademik çevrelerinde tartışıldığı gibi, bu iki devletin iki çatışan güç olmak yerine iki uyumlu güç olarak “dünya liderliği”ni birlikte paylaşmaları da o derecede ürkütücü olabilir. Bu ihtimalde, Dünyadaki diğer hiçbir devletin ve halkın egemenlik haklarına saygı göstermeyecekleri ihtimali yüksek. Dünyayı 2. Dünya savaşı sonrası gibi paylaşacakları varsayımı ve dünyada yeni uluslararası hukuk ile insan hakları teori ve uygulamasının ne olacağı konuları rahatsız edici sorular olarak akıllarımızda asılı kalıyor.
Bu iki devin güçlerini birleştirmesi halinde, sosyo-kültürel asimilasyon ve ekonomi savaşlarının, bu defa kendi aralarında değil, dünyanın geri kalanına karşı sürgit devam edeceği gerçeğini anlamak için kâhin olmak gerekmiyor.
Bugün Çin, 1970‘lerin yoksul üçüncü dünya ülkelerinde birisi değil. Bütün ölçekleriyle Çin, ABD’nin hegemonik jargonuna teslim olmayacak kadar irileşmiş halde...
Evet Çin de ABD de kuşkusuz büyük bir ülke ve uzun yıllar yine yerlerinde olacaklar… Ancak eğer irilik saygı görmeyi gerektiriyorsa Çin, Rusya, Hindistan, ABD dünyanın en irileri. Nazi Almanya’sı da bir zamanlar en iri devletler arasına girmişti. Hâlbuki devletler sadece başarılarına göre değil, adil ve barışçıl olmalarına; diğerlerinin topraklarına, insan haklarına ve yönetim haklarına saygı duymaları halinde saygıya layık olmazlar mı?
ABD ve Çin kendi çıkarları olduğu gibi, başka ülkelerin ve insanların da hakları ve çıkarları olduğu empatisini kuramadıkça her zaman şüpheliler sınıfında kalacak. Onların niyetlerini ve icraatlarını bilen hiç bir devlet ve halk, onları gerçek anlamda stratejik müttefik görerek kayıtsızca sırtını dayayamayacak...
Çin ve ABD kavgası kesinlikle bizim kavgamız ve işimiz değil… Ezilenler, kendi ülkelerinde nüfuz ve çıkar çatışmalarıyla, kompleks tatminleriyle, tarla-tapan işleriyle boğuşurken dünya her gün yeniden, yeniden ama her dem yeniden kuruluyor. Bu kuruluşlarda iç gerilimlerini azaltan, dış politikada diplomasiyi kullanmayı bilenler ve üretim ekonomisine dayananlar her adımda kazanan tarafı oluşturacaklar.