Piyasalar

Toplumsal Yüzleşme!

Punto:
“Yüzleşme” ya da “özeleştiri” yazıları, haksızlık ve kötümserlik olarak anlaşılmamalı, bilakis kendine güven, daha iyiye ve daha doğruya ulaşma iradesi ve çabası gibi görülmelidir. Bu bağlamda, Cuma gündemine de uygun olarak, tarih bilgisinin anlamı, önemi veya değeri, tarihin öğrenilmesi üzerine düşüncelerimi kısaca ve “deneme” niteliğinde arz etmek istiyorum, Aklıselim sahibi bir felsefeci/düşünür/bilim adamı dostumuz ısrarla belirtiyor ki, tarih, çoğu kere yazdırılan, yazanın kendince düzelttiği, bizim de zihnimizde “düzelterek” anladığımız bir şey... Bu sebeple kendisi, “tarih câhili olduğumuzu” söyler, yanlış anlaşılmayı da göze alarak, “ortalama aydın”ın tarih kitaplarını okumasını, geçmişe ve bugüne dair yorumlar yapmasını istemediğini belirtmekten kaçınmaz. Çünkü, bizdeki hâliyle, “tarihi gerçek” denilerek siyasi tartışmalar körüklenebilmekte, yanlış ve hattâ yalan bilgiler ayırımcılığa, ötekileştirme ve kutuplaşmaya gerekçe teşkil edebilmektedir. Bunun ne kadar doğru olduğunu basit bir gözlem yaparak anlamak mümkündür: Yazılan/yazdırılan kitapları veya bu kitapların yazarlarını okuyarak, tarihçi diye ortaya çıkan insanları dinleyerek geçmişi anlamaya çalışan insanlarımız, “genel kültür”lerine ve kişilik özelliklerine göre “ bilgi” sahibi olacaklardır. Bugünkü toplumsal manzaramız, tam da böyle değil midir? Tarihle ilgili birçok ve birbirinden hayli farklı anlayış ve görüşün varlığına bakılırsa, gerçeğin tam olarak ne olduğunu Allah’tan başkasının bilemeyeceğini kabul etmekten başka çare yok gibidir! Geçmiş başlangıçtır, bugün için olduğu kadar gelecek için de hayati önemi haizdir. Maksadım, “tarih kitapları okunmasın, geçmiş öğretilmesin, tarihi gerçekler denilen bilgilere güvenilmez” demek değildir. Ama, yakın ve uzak geçmişi, olan bitenleri birileri aracılığıyla ve bugünün “sıcaklığı” ile ve dolayısıyla “düzelterek”; “anlamlı” hale getirmeye çalışarak yani abartarak, basitleştirerek, sivrilterek, törpüleyerek anlamaya çalıştığımızdan, bunun tehlikeli olduğundan söz ediyorum. Herkes kendi tarihine inanıyor, kendi tarihini okuyor sanki... Herkes ve özellikle aydınlar, kişiliklerine, inandıklarına, ideolojik, politik ve dinî görüş ve eğilimlerine göre hattâ aktüel tartışmalara göre geçmişi yani tarihi eğip bükmektedir. Başka bir zihinsel yanılgı ya da, eğer bilerek yapılıyorsa, “manipülasyon” amaçlı bir eğilim, tarihi bugüne âlet etmek ya da istismar etmektir. Bugünkü görüş ve yaklaşımlarını meşrûlaştırmak isteyen bazı kişi ve gruplar/kesimler, tarihi olayları çarpıtmakta, gerekçe ya da “atlama taşı” olarak görebilmekte, gösterebilmektedir. Bu, vahim bir durumdur. Bu işin sağı solu da yoktur; daha doğrusu çoğu ideolojik, politik grup farkında veya değil, toplumun tarihle, kendi tarihiyle buluşmasının, barışmasının önünde engel olmaya devam etmektedirler. Bugünün düne etkisinden, bugünün şartlarının ve bakış açılarının geçmişe yansıtılmasından, bugünün değerleri, normları ile geçmişi anlamaya çalışmaktan, bunun ne kadar yanıltıcı olabileceğinden söz ediyorum. İronik bir durum değil midir? Daha az bilgi sahibi olduğumuz uzak geçmiş hakkında fazla ihtilaf yok iken, yakın tarih, hattâ günümüzle ilgili bilgimizin çokluğu oranında, yanılgımız, rivayet ve yorumlarımız çeşit çeşittir! Tabi, akla, hemen bir soru geliyor: Bugünü, içinde yaşadığımız zamanın olay ve olgularını, bunlara dair gerçeğin ne olduğunu anlamak isterken, bu kadar yanılıyor, farklı düşünüyor, bu kadar tartışıyor isek, yakın geçmişle ilgili “hakikat”in ne olduğu konusunda nasıl iddialı olabiliriz, hele hele nasıl uzlaşabiliriz? Şunu iddia edebiliriz: Bugünün gerçeğini anlamak ne kadar zor ve ne kadar çok şeyi bilmeyi gerektiriyorsa, “tarih” için de en az bu kadarı gereklidir. Konuşurken ve yazarken “haddini bilme”nin en çok gerekli olduğu alanlardan biri herhalde tarihtir. Bu noktada tarihçilerimize, eğitim câmiamıza, kültür ve sanat insanlarımıza, tabii ki siyasetçilerimize, kamuoyu önderlerimize, medya mensuplarımıza o kadar çok görev ve sorumluluk düşüyor ki... Aklı erenler, gerçeğe yakın olabilme gerçeği görebilmek için, olay ve olgulara gerektiği kadar “yaklaşarak ya da uzaklaşarak” bakmayı tavsiye ediyorlar! Tıpkı, yeryüzündeki bir noktayı yeterince görebilmek için uygun bir yüksekliğe çıkmak gerektiği gibi...Durduğunuz yerden şehri göremezsiniz, yükseklerden seyretmeniz gerekir; daha fazla yükseklere çıktığınız durumda da şehrin meydanlarını bile göremezsiniz! Gerektiği kadar yükselmek dediğimiz şey, gerektiği kadar bilgiye sahip olmaktır. Abdülhamid ya da Atatürk, Osmanlı veya Cumhuriyet dönemlerinin gerçeğine nüfuz edebilmek için, peşin hükümlerden, duygularımızdan, zihinsel alışkanlıklarımızdan uzaklaşarak, soğukkanlılıkla, gerçeğin “bütün”ünü veya “parça”larını birlikte görmeye çalışarak yaklaşmak akıl kârı değil midir? Bana sorarsanız, bugünle olduğu kadar tarihle ilgili olarak da “ince eleyip sık dokuma”ya, çok şeyi bilmeye, bunları bir araya getirmeye ve hattâ “sezgi”lerimizi harekete geçirmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Genellemeler yaparak, özellikle tarih ve tarihte olup bitenler hakkında kesin sebep sonuç ilişkilerinin var olduğunu iddia edenler, genellikle yanılgı içindedirler ve maalesef bunun farkında değillerdir. Yeterince ve çok yönlü bilgisi olmadan, bugünü olduğu kadar dünü yorumlayanların çoğu, eğer bir de iddialı bir söylem benimsemişlerse, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak”tan bir adım ötede değillerdir. Mesela, Meşrûtiyeti, l. Dünya Harbini, Cumhuriyet’e giden yılları, İstiklal harbini anlamak için Nutuk ve diğer resmi tarih metinleri kadar, Suyu Arayan Adam’ı, aynı zamanda İstiklal Harbimiz’i ve diğer hatırâtı okumayanlar gerçeğe ya da hakikate dokunamayacak, yakın duramayacaklardır! Biz “sosyalleşme”ye, “sosyal kültürel ortam”la “bütünleşme”ye başladığımız andan itibaren, bir bakıma lisanı/Türkçemizi, normal şartlarda, tabii ve kendiliğinden öğrendiğimiz gibi tarihi de benzer yollardan öğreniriz. Tabii ki biraz farklılık vardır: Lisan gibi olmasa da, tarih de daha çok başkaları tarafından öğretilir; başkaları yani, tabii ki resmi eğitim başta olmak üzere anne baba, öğretmen, hoca, abi, tarihçi, bilim adamı, sivil toplum örgütleri, vs. Bu süreçte seçici olmak, doğruyu yanlıştan ayırt etmek zordur. Bu zorluk başka bir şekilde de açıklanabilir: Maalesef, insanlarımızın mevcut tarih bilgisi, sahici, birleştirici, bütünleştirici olmaktan uzaktır. Tarih, bizim için ayağımızı bastığımız sağlam bir zemin, kültürel/ toplumsal ortak paydamız değil gibidir. Bu bahiste, ciddi bir zafiyet içinde olduğumuzu söylemek, doğruyu teslim etmektir. Peki ne yapmak gerekir, derseniz cevap bellidir: Toplumsal çevre yeterli değilse, hakikate, doğrulara yakın durmak için bireysel gayret veya alınterinden başka çare yoktur! Neticeten; hakikat ya da gerçek, “doğru yanlış, siyah beyaz, iyi kötü” yaklaşımından ziyade, bir “derece” meselesidir. Çevremizde bol bol bulunan, hap gibi satılan ve yutulan, kısadan, kestirmeden “tarihi gerçeğin” ne olduğunu açıklayan “popüler formül”lerin hemen hepsi sahtedir; bunların hemen hepsi için, “Yok, o kadar da değil!” diyebilirsiniz. Saygılar, sevgiler sunarım. Prof.Dr.Nurettin KALDIRIMCI